Bir anda durdu, etrafına baktı. Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın önüne gitti, eğdi başını, yere baktı. Bazen, yaptığı gereksiz hareketlerine anlam yüklemek istiyordu. “Gülten” dedi, “keşke Gülten de burada olsaydı”. Çöktü anıtın kıyısına. Soğuktu oturduğu yer, çok soğuktu. Bir süre oturdu, dışardan görseniz onu, dersiniz “sarhoş bu, sızmış herhâlde” ya da “çok düşünceli bir tip herhâlde” de diyebilirsiniz. Kıyafetleri yırtılmış, kirden ten rengi kararmış birisi geldi yanına, gözlerini gözlerine dikti, kısa bir susku oldu. Varol “Saat kaç?” dedi. Bu soru sayesinde, biz de karakterimizin adının “Varol” olduğunu öğrenmiş olduk. Saat sorusunu gereksiz bulduğu için mi, saati bilmediği için mi? Bilinmez bu soruya “Cigaran var mı” diyerek cevap verdi esmerleşmiş tip. Sigara paketini uzattı, içinden bir dal sigara alıp ateşini aramaya koyulduktan birkaç saniye sonra. Tip uzaklaştı. Varol ciğerlerini sigara dumanı ile doldurarak kalkıp yürümeye başladı İstiklal Caddesi’ne doğru. Etrafına bakıyordu. Bunu çok anlamlı buldu. Hiç kimse yoktu neredeyse. Saat çok erkendi galiba, evet saat çok erken olmalıydı, daha sokak satıcıları ve sanatçıları uyuyordu. Yanı başlarında kusmuklar, yanı başlarında içki şişeleri, ayaklarında müzik aletleri, başlarında yastık diye kullandıkları yırtık ayakkabıları vardı. “Zor” dedi, “çok zor” diyerek öznesiz, yüklemsiz cümlesini tamamlamaya çalıştı. Olmadı. Kusmuklara baktıkça midesi bulanıyordu. “Gülten nerededir?” diye düşünerek yürümeye devam etti. Yeşilçam sokağına girdi. Karşılıklı iki kişi sere serpe yerde yatıyordu. Sağ tarafta olan tip pet şişeden hayvanlar için özel olarak yapılmış olan su kabına kustu sonra sildi ağzını, kazağıyla. Sol taraftaki tip bunları hiç umursamadı. Belliydi kanıksanmış bir durumdu bunlar bu ara sokaklarda. Varol “Gülten” dedi “burada olsaydı kesin midesi bulanırdı ve bu herifçioğullarına basardı kalayı”. Varol, iç sesine “bunlar bana sataşacak gibi” diye eklemeyi de unutmadı. Yalnız kaldığında, gezdiğinde hatta bazen kitap okurken, bazen film izlerken bile iç sesiyle konuşmadan edemiyordu. Çünkü “insanın en yakın dostu iç sesidir” derdi hep. Yeşilçam sokağından Balo sokağına geçti. Bir kadın önünü kesti, konuşmaya başladı. “Selam canım” dedi, göz alıcı hareketlerle dikkat çekerek. Varol “saat kaç?” dedi. Kadın “işini biliyorsun, uzun sürer hadi gel” dedi ve tuttu elinden görüşme evine doğru çekmeye başladı. Evin önünde Varol’un dikkatini çekti iki genç, birisi uzun boylu siyah saçlı diğeri sarı saçlı diğer tipin yarısı kadar boylu tek duyduğu cümle “biz öğrenciyiz” oldu. Şaşırdı çocukların haline. Kendine geldi bir anda, durgunluğu gitti ve kolunu kurtardı kadının kolundan. ”Gülten” diye koşarak bağırmaya başladı “seni seviyorum, hem de çok.” Kurtuldu kendini attı bir köşeye, çıkardı cebinden defterini ve kalemini yazmaya başladı.
“İstanbul’u arşınlıyorum,
Gözlerim de sen.
İstanbul’dan kaçıyorum,
Gözlerim yamuk yumuk.
Sessizim, herkes bilmez
İstiklal’in sabah yedisini,
Kusmuk aralarından süzülüyorum,
En aşağılık sokaklara.
Yolumu kesip, sohbete başlıyor hayat kadını,
Git diyorum, ben Gülten’i seviyorum.
Yüreğimde perçinli Gülten,
Ruhumun şiiri.
İstanbul’dan yoksun kaldı Gülten.
İstanbul’dan kaçıyorum,
Gözlerim fal taşı.
Gülten…
Gözlerinin elifine müteşekkirim!”
Değerli okur, biz de saatin yedi olduğunu öğrenmiş olduk. Bu öykü devam edecek gibi. Aylak ile kalın.