Keşke öyle bir yer olsa. Bulamadığın cevapları alabildiğin bir yer. Aradığın her cevap için yeni bir kapı açılsa. İçinde cevapların olduğu, havada asılı kalmış balonlarla dolu bir yer ve elinde de o balonları patlatmak için bir iğne. Bulduğun her cevap için yeni bir renk… Çünkü cevapsız sorular, ruhsal sorunsal olarak dönüyor hep. “Ben mi yanlış anladım?”, “Bunu mu demek istedi?”, “Benim aradığım cevap bu mu şimdi?” sorularının hepsi çalıyor saatlerimizden, günlerimizden, aylarımızdan.. sonrasında ya cevabı hiç bulamıyorsun ya da bulduğunda soruyu unutuyorsun. Senin için o an değerli olan cevap, anlamını yitiriyor. Hissizliğinin ve sindirmişliğinin arasına sıkışıp kalıyor. Yanlış cevapla veya cevapsızlıkla yaşamaya alışıyorsun. Soruyu sorduktan sonraki o ilk an cevap senin istediğin gibi gelsin istiyorsun. Olmuyor, olmaz…
Sonra istediğini almak için yeni sorular yaratıyorsun, aynı soruyu başka türlü sormayı deniyorsun. Ne sorduğunu anlamamış olmaları ihtimali bile daha iyi hissettiriyor. Bir de şöyle sorayım, bir de böyle deneyeyim derken finalde bir bakıyorsun o lanetli soruyu kendine sormak zorunda kalmışsın. “Ben ne yapıyorum?”, “Neden insanlardan almak istediğim cevapların beni böyle yormasına izin veriyorum? Hem bu doğru cevap değil ki, benim duymayı istediğim cevap. Neden bununla yüzleşmeyi tercih etmiyorum? Harcadığım zaman, sömürülmesine izin verdiğim enerjim, habis bir tümör gibi beynimi yakan düşünceler alacağım cevaba değecek mi? Zaten her şey bir cevaba bağlı olabilir mi?” Hayır olamaz. O zaman bırakmalı ilk cevapta soru sormayı. Başkasına bağlı cevaplarla ilerlemeyi, gerilemeyi, durmayı. Bırak cevap değişirse o seni bulsun.” Aslında düşündüm de… ” diye başlayan bir cümleyle balonu o patlatsın. Sen şimdi soruyu, sorduğun kişiyle, cevabı da bir balon içinde gökyüzüyle başbaşa bırak. Derin bir nefes çekip yeni uyanmış topraktan, bahar geliyor deyip vaziyet al.