AYLAK DERGİ

GÜNEŞ GÖKYÜZÜNE TİYATRO BİZE

                           
 Sahiciliğin hakkaniyetle sınandığı yer… Sahne! Bana göre Sahne. Elbette az buçuk bildiğim alandan, tiyatrodan yola çıkarak fikrimi söyleyebilirim. Kulis değil, Sahne. Öyle olmalı. Değil mi? Diğer türlü olmamalı. Kulis olmamalı. Er meydanı Sahne olmalı. Kulis değil. Çok da iddialı olmaya gerek yok, yaptığın her işte emek, çaba, iyi niyet ve hep geliştirilen yetenek olmalı. Yanılıyor muyum? Böyle olmalı!
. . . . . . . . . . . . . . . . . .
Böyle olmamalı mı? Mesleğimiz, yaşam şeklimiz, tercih ettiğimiz onca şey farklı olsa da sınandığımız gerçeklik aynı. Becerilerimizden dolayı değil, sosyal ilişkilerimizden dolayı ilerleyebildiğimiz gerçeği. Kulisten, Yaşama…
İş arkadaşlarınızı keşfettiğiniz çalışma ofisiniz, dostunuzla hesaplaştığınız kafanızın en kuytu köşeleri, yürüyüş yaparken kendinizle konuştuğunuz deniz kenarı, sevgilinizden ayrıldığınız ya da onunla tanıştığınız bir parti, aile kavramını sorguladığınız yemek masaları, ailesi olmadığı için bu yemek masalarının ütopik bir dünya olduğunu düşleyen yeni tanıştığınız bir karakterle tesadüfen yaptığınız bir sohbet… Hepimizin kulisleri var. İşte bu anlarda sahicilik öyle müthiş sınanıyor ki! Kaç kaç kaç, dilediğin kadar kaç, hayat kendini kendinle mutlaka bir çıkmaz sokakta yüz yüze getiriyor. Hayat acımasız. Hayat bu. Hayat bu kadar… Hayat böyle. Güzel yani. Üzgünüm.
🙂
Sanatsal / Mesleki ve Kişisel ilişkilerin (hangi meslekten olursak olalım) bu kadar iç içe olup karakteri bu kadar acımasızca sınadığı, üretmenin başlı başına zorluklarla dolu bir süreçten ibaret olduğunu hatırlatmaya bile gerek yokken, bir de kişisel beklentilerin uzayıp da uzadığı, yetişemeyenlerin kolayca suçlandığı, öz eleştirinizi sunarken bir de samimiyetinizin sınandığı, ve daha daha daha… Başka uğraşmak zorunda kaldığınız onca teknik mesele. . . Bazen de. . . 
Yetişemiyoruzzzzzzzzzzzzz! İşimiz yetişmek miydi? Her şeye yetişilir mi?
. . . ortaya akıl koyarak, kalp koyarak tamir etmeye çalıştığımız şeylerin, emeğe saygı duyan, acıtmayan, üretmenin ne kadar zorlu bir süreç olduğunu kavrayanların, etkiye tepkinin eleştirip geliştirdiği, hiçbir şeyden korkmadığımız günlerin… Hayır. 100 yaşında değilim.  Zaman hızlı da akmıyor. İnsanlar hızlı. Her konuda. Eskiden de bu kadar hızlı mıydılar? Ve bu hız bu kadar acımasız mıydı? İnsanlık acımasız mıydı?
. . . Demek istiyorum ki; üretimden çok kişisel ilişkiler belirliyor kıvamı. Yıldız Kenter’in biz öğrencilerine öğretmeye çalıştığı ilk şey şuydu sanırım; 
“Sanat Umuttur.” 
Hoca pes etmeyi sevmezdi. Ben bu kadar güçlüsünü – zayıf olup güçlü görünmeye çalışanını değil – her türlü zaafıyla, zayıflığıyla, şeffaf ve çıplak onca duygusuyla yola devam edenini görmedim.
Canım Hocam! Gölgem peşinizde, gölgenizin gidişinde… Ama itiraf ediyorum zaman zaman gölgem yaşadığı çağdan dertli ve pes etmeye niyetli! Düşünüyorum, neden böyle? Bazı klişeler bazı anlara çok yakışır çünkü. “Yola devam. Bu sefer daha iyi yenil. Kimin ne dediğinin bir önemi var mı? İnsanlar konuşur ama yapmaya gelince. . . Yürü be kızım… Herkes bir şeylere başlar, çok azı sonunu getirir. . . vs!” Cebimde böyle kocaman yürekli cümlelerim azaldı. Yok değil, ama Az. Pes etmemeye yeminli, Hocasına hayran, uzun bir konservatuvar eğitim süreci (lisans yüksek lisans) geçirmiş bir oyuncu adayı olarak, bugün zaman zaman pes etmeye meyilli halim beni yenilmiş hissettirirken düşündüğüm şey; -Bunların hepsi aşırı hızdan-

Evet! İnsanlar hızlı. Sabırsız, hızlı. Hız her şeyin ölçüsü. Ateşten hızlıyız. Pervaneden. Hatta bir şelaleden. Gürül gürülüz. Bazen aklımızdan önce ağzımız çalışıyor. Hepsi, hıza ayak uydurma çabası. Hız nezaket ve zarafet katili…Neyin hızı bu?
. . . . . . . . . . . . . 
Biraz yavaş! Hız, kendinden kaçırır insanı. Yüzleşmesini önler. Biliyorum, kendinle yüzleşebilmenin bedeli ağırdır, sakinliğini koruyabilmenin, dikenler batarken seyretmenin, sadece uzaktan seyredebilmenin, kendini ispatlamaya çabalamadan, gösterişten uzak kalabilmenin, yaratabilmenin bedeli ağırdır. Deneyimle sabit; problemi çözebileceğimiz tek yer kendi kuytularımız. Aksi mümkün değil, aksi günü kurtarmak. Suçlayarak bir düşünün bakalım nereye kadar?Oysa birileri suçlama konusunda yetenek geliştiriyorlar değil mi? Sırtları sıvazlandıkça bu konuda daha da gelişiyorlar. Onlar geliştikçe sırtları daha da sıvazlanıyor. Üreten insanların, sadece işine gücüne bakan insanların, ya da en güzel niyeti iyi insan olabilmek olan insanların sırtını sıvazlıyor muyuz? Ne yapıyoruz? Devam edebilmek mühimdir. Umudunu koruyabilmek. . . Onlar devam etmeye çalışırken biz n’apıyoruz?
Çabalamaya, bir fark yaratmaya, bir faydam olur mu diye üretmeye, kendim için, öyle istediğim için, biriktirdiklerim ve dünyaya söylemek istediklerim için, sevgilime tutkumu, kedime aşkımı, hayata inancımı ifade etmek ve belki bu ara kendini iyi hissetmeyen birkaç insana moral olabilmek için devam edebilmek mühimdir. Devamlılık; ilişkilerinizde, mesleğinizde, öyle zorlu bir akıl süzgeci, öyle büyük sorumluluklar istiyor ki. . . 
Sahneye her çıktığımda içimden şöyle diyorum:  “Tutku yarayı sarar.  Korkma! Yola devam. Yol, formülü sunar.” Ve her oyun sonunda seyirciye yine içimden şöyle sesleniyorum; 
“Umarım memnun kalmışsınızdır. Umarım size hitap edebilmişimdir. Bu seferlik edemediysem de sorun yok, yarın daha çok çalışacağım, daha farklı olacak her şey. Çünkü bedeller ödendi. İyi günler.” Günün sonunda, yani eninde sonunda anlayacağız ki; herkesi memnun edebileceğimiz bir dünya yok. Herkesin bizi onaylayacağı, beğeneceği, bağrına basıp, “Ahh yaralarından öpüyorum! Hatalarından öpüyorum!” Dediği bir dünya yok. Öyle bir dünyaya gerek de yok. Çok sevdiğim yazar A. Johnson’ın “George Orwell Arkadaşımdı” kitabından alıntıladığım şu cümleler çok daha iyi anlatıyor hikâyeyi. . . “Saatlerce tablodaki denizcinin kaybettiği şeyi bulup bulamayacağını, kaybettiği yere ulaşıp ulaşamayacağını düşünüyorum. İmkânsız bir yolculuğa çıkmış ama gemisini doğru donatmış ve halatları da elinde tutuyor. Doğru rüzgârı yakalamış, dalgayı baştan alıyor. Hepsinden önemlisi, adam BİR KARAR VERMİŞ; BU GEMİYE BİNMİŞ.” belki biraz moral olur. . .
Vincent Van Gogh. . . Ona şöyle demişlerdi: “Senin tek kulağın var, büyük bir sanatçı olamazsın.”  O ne dedi biliyor musunuz? _ Sizi duyamıyorum _
. . . bu da en sevdiğim filmden! Bin değil on bin kaplan gücü istiyor değil mi tüm bu havada uçuşan fikirler. Biliyorum.Deniyorum. Kalbim hızdan değil zamana yaymaktan yana. . .
Yeni yazarlardan, yapıcı fikirlerden, öz eleştiriden, kalpten ve zekâdan, kalplerin zekâsından yana.

GÜNEŞ GÖKYÜZÜNE…
Sanat bize. . . 
Hayat da bize. . . 
Onarmak bize. . .
Yürümek, sevişmek cesur cesur, tartışmak, inşa etmek bize. 
Her ne yapıyorsak en iyisini yapmak, en iyisini yaşamak bize… 
“Her hikâyenin iki yüzü vardır.” diyor J. Franzen 
Bunu bir düşünün.
Akıl her zaman yapıcıdır.
GÜNEŞ GÖKYÜZÜNE TİYATRO BİZE; benim hikayemde.
Sizin hikayenizde, Güneş gökyüzündeyken neyin önemi varsa. . .
takılın peşine. 
. . . biraz düşün, biraz kalkın, biraz yorulun, risk de önemli tabi. Doya doya alın. Hata yapmaktan hiiiiç korkmayın. Zevkli tarafları da var düşmenin. Bilin istedim.

Bedeller ödendi.
İyi günler.

“Bir dost!”


Sibel Yıldırım

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.