Sebepsiz bir iç sıkıntısıyla uyandığım günlerden biriydi. Hani sanki güçlü, iri, bir elin göğüs kafesinizden içeri girip, kalbinizi avuçlayıp, içinde tek damla kan kalmayana kadar sıktığını hissedersiniz; sonra da sanki böyle bir şey gerçekten mümkün olabilirmiş gibi acaba yerinde duruyor mu diye sağ elinizle sol göğsünüzü yoklarsınız. İşte bahsettiğim böyle bir iç sıkıntısıydı daha doğrusu kalp sıkıntısı demeli.
Yataktan çıkmak öğleni bulmuş, günlük işlerimle akşama kadar oyalanmıştım, yine de beni etkisi altına alan bu duygudan kurtulmak için evden çıkarak sahile doğru gittim. Biraz yürüdükten sonra kayalıklara oturup denizi izlemeye başladım.
Yavaş yavaş kararan sularda aniden bir ses işittim. Bu dalga değildi, tek bir yerde hareket vardı, bir şey batıp çıkıyor, çırpınıyor gibiydi. Bir kedi ya da köpek miydi acaba? Yoksa büyük bir balık mıydı? Dikkatli bakınca suyun üzerinde kısa bir an bir kafa görür gibi oldum sonra kayboldu. Biraz sonra bu sefer bir kol belirdi. Üzerimdekileri hızlı bir şekilde çıkartıp denize atladım, çırpınan kişinin yanına kadar yüzdüm. Burası çok derin değildi, kıyıya çok uzak da değildi. Çırpınan kişiyi kolundan yakaladım; bir erkekti. Çekmeye çalışıyordum ama kendisi bana bırakıp benimle gelmek yerine kafasını suya sokuyor dibe doğru gitmeye, dipteki bir şeye doğru uzanmaya çalışıyordu. Durumu görüp gelen balıkçıların yardımıyla sudan çıkarttığım bu adamı olayın şokunu atlatınca tanıdım. Bu adam “Yaban”dı. Kasabanın delisi, herkes onunla ilgili başka bir efsane anlatırdı. Gündüzleri pek ortalıkta görünmezdi. Büyük ihtimalle bu akşam da buraya bir şey istemek için gelmiş henüz anlayamadığımız bir nedenle denize düşmüştü. Onu ateşin yanına getirdik, üzerindeki ıslak paçavraları çıkartıp tekneden aldığımız battaniyeye sardık. Bir süre sonra gözlerini açtı, kıpırdanmaya başladı, oturtup sıcak bir çay verdik.
— Şansın varmış, hadi kefeni yırttın. Denize nasıl düştün?
— Ba-bam, düğ…
Biz ne dediğini anlamıyor ve bu zavallıyı ne yapacağımızı bilmiyorduk.
—Hadi gel gidelim, bu gece misafirim ol, dedim.
Ama sadece kısa bir an bana boş gözlerle bakmakla yetindi.
— Gelemem, düğmem orada, dedi.
— Anlamadım, nerede?
— Denizde.
— Sen yoksa denize bilerek mi girdin?
— …
Kendime kızarak gülmeye başladım, deli diye boşuna demiyorlardı. Düğmesini düşürmüş de denize atlamış.
—Amca ne düğmesi Allah aşkına?
— Babamın düğmesi. Buraya yemek istemeye gelmiştim, kimse yoktu, kayalıklarda oturdum. Bir süre sonra ateşi ve kıpırtıları fark edince kalktım. Kalkmamla bir kayaların üzerine düğme düştü. Ceketimin cebindeydi, cebim delinmiş. Ben alana kadar da yuvarlanıp denize… Alamadım. Düğme… Babam… Gitti…
— Altı üstü bir düğme be amca ne olacak? Boşver gitsin!
— Babam bizi terk ederken gitmesin diye paltosuna yapışmıştım, düğmesi avucumda kaldı, babam gitti, dönmedi. Bana babamdan kalan tek şeydi.
Hiçbir şey diyemedim, ne diyebilirdim ki? Benimle gelmemekte ısrar edince onu orada bırakıp gitmek zorunda kaldım. Sonraki günlerde hiç aklımdan çıkmamıştı. Ortalıkta da görünmeyince kulübesine gittim. Kapı ittirince hemen açıldı, kuru tahtadan bir divanda ateşler içinde yatıyordu.
Ona yaklaşıp zayıf ve kirli elini açıp avucuna yanımda getirdiğim düğmeyi koydum.
— Bak düğmeyi buldum getirdim sana. Kayaların arasına sıkışmış denize düşmemiş. Bak işte babanın düğmesi.
Gözlerini açıp bakmaya takati yoktu. Yüzünde avutulan insanlara özgü bir tebessüm oluştu:
— Babamın düğmesi, dedi.
Kısa bir sessizlikten sonra:
— Bu artık bir şeye yaramaz, baba; hiçbir şeye yaramaz*, diye sayıklamaya başladı.
Bir zaman sonra sayıklamaları da kesildi. Avucu sol göğsünün üzerinde sıkı sıkı kapalı huzurlu bir uykuda gibiydi.
* Şeker Portakalı- JoséMauro de Vasconcelos