Yaz çiçeklerini alıp gitmiş, kömür kokulu bir kış gelmişti. Annemle bu kısa kış günlerinde sık sık anneanneme giderdik.
Anneannemin evi benim için kocaman bir oyun yeri, anneannem de oyun arkadaşımdı. Ama asıl o evde bayramlarda çok eğlenirdim. Ev bir sürü çocuk ve yetişkinle dolup taşardı. Benim için çocuklar oyun, yetişkinler ise harçlık demekti. Misafir çocuklarıyla azıttıkça azıtır adeta bu ahşap evi sallardık. Bir bayram dayımın büyük oğlu da bize uymuştu. Bizi kovalarken çürük bir tahtaya biraz hızlıca basmış olacak ki bir bacağı tahtaların arasından bodruma sallanmıştı. Koca çocuk feryat figan ağlarken biz karşısında gülmekten yerlere yatmıştık.
O sene de bayram kışa denk gelmişti. Fırfırlı pembe kadife eteğim, beyaz kazağım, beyaz çoraplarım, kırmızı kurdeleli saçlarımla tam bir bayram çocuğuydum. Erkenden anneanneme gittik. Bayram anneannemin evinde yine çok hareketli, bol misafirli ve verilen harçlıklar sayesinde benim için kazançlı geçmişti. Akşama doğru eve dönecektik. Anneannem bende biriken bozuk paraları alıp bana bütün tek bir para vermek istedi:
“Gelen giden çocuklara vermek için bozuk para lazım olur.” dedi.
“Yok ya, siz beni kandırmaya çalışıyorsunuz. Benim bir sürü paramı alıp bana bir tanecik vereceksiniz.” diye itiraz ettim. Parama mı kıyamadım yoksa anneannemin çocuklara harçlık verecek olmasını mı kıskandım bilmiyorum ama bir türlü kabul etmedim. Anneannem:
“Aşk olsun, ben de sana küserim o zaman.” dedi.
Omuz silktim. Eve dönüş yolunda da annemden bu yüzden azar işittim. Birkaç gün sonra annem, anneanneme gideceğini, beni komşuya bırakacağını söyledi.
“Paralarımı vereceğim, anneannemi üzmeyeceğim beni de götür.” dedim. Annem:
“Anneannen hasta, iyileşsin o zaman götürürüm seni, uslu dur kimseyi üzme.” deyip gitti. Ne olmuş hastaysa iyileşirdi. Ben de hasta oluyordum bazen, o portakallı şurup, daha da kötüysem etimi yakan iğne iyi geliyordu. Çocuk aklım beni yanıltmıyorsa birkaç gün komşuda kalmıştım. Ama komşunun balıklarını izlemekten, kurabiyelerini yemekten ve evinden sıkılınca: “Anneanneme gideceğim!” diye bir ağlama tutturdum. Beni avutamayıp en sonunda anneanneme götürdüler. Anneme:
“Durmuyor artık, mecbur getirdik. Başın sağ olsun.” demişlerdi.
“Başın sağ olsun.” da ne demekti?
Anneme küs küs bakarak:
—Beni neden bıraktın?
—Anneanne, anneanne bak bozuk paraları da getirdim, barışalım mı?
—Anneannem nerede? Anne ev neden kalabalık? Bayram bitmedi mi yoksa?
—Anneannen yok.
— Tamam da nerede? Komşuda mı? Yoksa ben paralarımı vermedim diye mi gitti?
Annem beni arkadaki küçük odaya götürdü önüme de içinde rengârenk akide şekerleri olan küçük poşetler bıraktı. Anneannemin mevlit şekerleri…
“Burada otur, şekerlerini ye ve uslu dur.” deyip içeri gitti. Hiç sesimi çıkarmadan oturdum. Şekerleri yemedim, yiyemedim. Herkes evine dağılınca biz de yola koyulduk. Yolda:
— Anneannem ne zaman gelecek?
—Anneannen gelmeyecek, gelemez. Sorma lütfen artık.
Ben ağlamaya başlayınca:
— Hani seninle yolda yavru bir kuş bulmuştuk bir gün, ağaçtan düşmüştü hatırladın mı?
—Evet.
— Kıpırdamıyordu, ölmüştü birlikte gömmüştük. Anneannen de çok hastalandı, iyileşemedi, öldü, gömdük o kuş gibi.
Anneannemin toprağın altına koyulma fikri beni dehşete düşürmüştü.
— Ben o kuşu da gömmek istememiştim ki. Hem belki uyuduğu için kıpırdamıyordu. Belki de asıl bizim yüzümüzden toprağın altında havasız kalıp öldü.
Daha tüyleri bile çıkmamıştı, hiç yaşamadan ölünür müydü? Anneannem o kuştan çok daha fazla yaşamıştı ama bence o da ölmemeliydi. Ben onla barışmadan, paralarımı ona vermeden ölmemeliydi. O bayramdan sonra benden bozuk paralarımı isteyen çıkmadı ama ben cüzdanında bozuk para görmeye dayanamayan bir kadın oldum. Ve mevsim kışsa bir de akşamsa –artık pek soba yakan kalmasa da- bir yerlerden burnuma kömür kokusu gelince yüreğimde bir kuş tekrar tekrar ölüyordu daha hiç uçamadan.