“Elsizlere el, dilsize dil ver yeniden!
…
Dünyayı alıp avucuna bir gün, Tanrı’m,
Avucunda bu dünyaya şekil ver yeniden!*”
Yoktan var etmek kimin ne haddine!
Ondandır bütün masalların bir varmış bir yokmuş ile başlaması.
Bütün âlemin özeti de bu iki kelime aslında. Bu masal da bir varın bir yoka dönüşmesiyle başlıyor. Pireler berberin kapısına kilit vurup bir köpeğin sırtına atlayıp terk-i diyar eylemişler. Develer tellâllığı neonlu ilân panolarına kaptırmışlar. Evvel zaman silinmiş hafızalardan, kalmamış hiç izi, kalburda birikmemiş saman, hepsi başarmış sızmayı buldukları en ufak boşluktan. Az gidilip uz gidilip dere tepe dümdüz edilmiş.
Ülkenin birinde büyük bir şehir varmış. Kalabalık mı kalabalıkmış. Ama bu insanların kötü bir huyları varmış; “hayal kurmak”. Onlardan tek beklenen etraflarına hiç bakmadan ve kimseye tebessüm etmeden işlerine gidip gelmek… Dikkatlerini hiçbir şeyin dağıtmasına izin vermemek, kendilerini ve başkalarını dinlememek, çok çalışmak ve çok tüketmekmiş. Daima daha çok. Ama onlar buldukları ilk fırsatta gökyüzüne bakıp hayallere dalarlarmış. Masmavi gökte özgürce dolaşan bulutlara özenir, sıcak bir yaz gecesi yıldız kayarken dilek tutarlarmış. Güneş de onları kötü etkilermiş. Güzel bir havaya denk geldiler mi içlerini bir neşe; yüzlerini sebepsiz bir gülümseme kaplarmış. Sonra dört bir yanı binalar doldurmaya başlamış. Öyle yükselmişler ki göğü aşıp atmosfere ulaşmışlar. Güneş, ay ve yıldız görünmez olmuş, geceyle gündüz birbirine karışmış. Bunu telâfi etmek için bu betonları rengârenk ışıklar ile donatmışlar.
Bir de deniz denilen bir şey varmış. Şehrin ortasında kocaman bir su. İnsanlar ona da hayran hayran bakarlarmış. İçi daralana ferahlık, yüreklerdeki kor ateşe serinlik, çocuklara neşe, âşıklara umut verirmiş. Üzerine bir de balık verip karınlarını da doyururmuş. Deniz, rengini göğün mavi gözlerinden alırmış. Gökle deniz arasına da taş duvarlar girmiş. Artık denize bakınca sadece bir grilik ve çok katlı yansımalar görünüyormuş. Böylece insanlar gökyüzünden sonra denize de bakmaz olmuşlar. Renklerden sadece yeşil kalmış geriye, o da giderek tükenmekteymiş. Ağaçlar ormanı değil, ihtişamlı mobilyalara dönüşüp büyük salonları süslüyorlarmış nicedir. Böylece insanoğlu binalardan ve eşyalardan oluşan bir labirente hapsedilmiş adeta. Her yanları dört duvardan ibaretmiş. İnsanların kalpleri de giderek taşlaşmış…
Sonra onlar da birer yürüyen duvara dönüşmüşler. Hangi binaya girerlerse onun temelini destekleyen birer duvar. Düşünmeyen, gülmeyen, ağlamayan birer duvar. Koca şehirde diğerleri gibi olmayan sadece tek bir kişi kalmış: “mezarlık bekçisi”.
Artık mezarlığa gelen giden pek olmadığı için asıl beklediği şey mezarlar değil; mezarların arasındaki şehrin son ağacıymış. Bütün vaktini burada geçirip ağacı koruyup kolluyormuş. Ama bütün ağaç dostlarını kaybetmenin acısı ağacın içini yiyip bitiriyor, onu yavaş yavaş kurutuyormuş.
Ağaç bir gün:
—“Benim için çok üzüldüğünü görüyorum. Ama dünya bu hâldeyken daha fazla yaşamak istemiyorum. Beni bu durumdan ancak sen kurtarabilirsin. Sen yaşayan ölülerden olmadığın için kalbin henüz taşa dönüşmedi.” demiş.
Bekçi ona nasıl yardım edebileceğini sormuş.
Ağaç:
—“İnsanların arasına karışarak onlara bir zamanlar sahip oldukları güzellikleri hatırlat, onların tekrar hayal kurmalarını sağla.” demiş.
Bekçi artık günün büyük kısmını şehrin farklı yerlerinde farklı insanlara iyilik yaparak, gülümseyerek, güzel şeyler anlatarak ve şehrin eski hâlini hatırlatmaya çalışarak geçirmeye başlamış. Böylece kalplerindeki taşı ufalamayı başaranlar gittikçe çoğalmış. Bütün güçleriyle gökyüzüne, denize, ağaçlara ve hayallerine kavuşmak, şehri eski hâline döndürmek için çalışmaya başlamışlar. İçlerindeki duvarı aşınca yıkılamayacak hiçbir duvarın olmadığını anlamışlar. Bir gün göğün mavi gözleri tekrar denizi görmüş.
Üç damla yaş düşmüş yeryüzüne. Biri denize, biri toprağa, biri de hâlâ masallara inananların başına… Hissettiniz mi? Şimdi iyi uykular.
*Tanrı’ya Sesleniş- Arif Nihat ASYA