AYLAK DERGİ

SAHİBİNİ ARAYAN ELMAS

‘‘Çok kıymetli bir şey bulursun da sonra bulduğuna bile bin pişman olursun. 

Çünkü nereye koyacağını bilemezsin.’’

-Vesikalı Yârim-

     Karanlık, soğuk, hem iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık hem de insanı kimsesiz hissettirecek kadar tenha bir sokağa benzeyen hayatımda, durmadan, nereye gittiğimi kâh hatırlayıp kâh unutarak yürüyordum. Aceleci, kuşkulu adımlarımla, önümden daha çok, güvensizlikle ardıma bakarak yürüyordum. Bakışlarım çok kısa bir an yere inince bir parıltı gözümü aldı. Eğilip baktım; ufak bir taş. Ama yıldızların ve de ayın bütün ışığını çalmış gibi parlıyordu. Bu alelade bir taş olamazdı; hiç şüphesiz kıymetliydi, kutsaldı. Bütün kutsallar nurlar içinde tasvir edilirdi ama ben hiç böyle göz kamaştırıcı bir taş görmemiştim, olsa olsa bu bir elmastı. İnsanlar onu dondurucu buzullarda, yakıcı çöllerde ve nefessiz bırakan okyanus diplerinde ararken, benim ayağımın dibinde bulmam çok mümkün olmasa da… Yok canım bildiğin elmastı işte. Ama gökten de düşmeyeceğine göre onu burada düşürmüş olan bir arayanı mutlaka vardı. Dayanamayıp daha yakından bakmak için elime aldım. Yakından daha güzeldi, çok daha güzeldi. Ağustos sıcağının bile ısıtmaya yetmediği, soğukluğu bir ölününkiyle yarışan ellerime ve çözülmesinden sakınarak sakladığım kalbime bir sıcaklık yayılmıştı.

     Peki, şimdi bununla ne yapacaktım? Bir elmastan pek çok şey yapılabilirdi. Bir kolye mesela, kalbe hep yakın duran, onun ritmiyle ak gerdanda salınan. Belki bir çift küpe olup kulağıma hikâyesini fısıldardı, başka kimselere duyurmadan. Elmas olana kadar gün yüzü görmeden çağlarca toprağın kat kat altında nasıl acımasızca ezildiğini, cehennem ateşini aratmayacak ateşlerde yandığını, yine de hep sabrettiğini anlatırdı. Sabrın sonunda yıllar yıllar sonra bir gün acılarının bittiğini; artık hiçbir ateşin onu yakamayacağını, hiçbir şeyin onu kesip yaralayamayacağını anlatırdı. Bu kadar yaşlı olduğuna göre belki yeryüzünde söylenmiş ilk şiiri bile bilirdi. Ya da bir yüzük olurdu ince parmaklarımda; benimle birlikte dokunurdu her yere. Değdiğimiz her yeri güzelleştirirdik birlikte. Çiçekler eker, fidanlar dikerdik en kurak topraklara. Bazen de bir başı okşayarak kurumuş kalplere serperdik tohumlarımızı. Elimden bu kıymetliyi almak isteyenler de olurdu muhakkak. Kimseye vermez, hiçbir şeye değişmezdim. Ama benim değildi işte. Bu elmastan hiçbir şey yapmayacak, bir banka kasasında ya da çekmece dibinde bir kutuda saklayıp unutacak olsa bile bir sahibi olmalıydı. Hem kendine ait olmayana el uzatmak yakıcı bir günahtı. 

     Bu düşüncelerden sıyrılıp etrafa şöyle bir göz attım. Dünya kendi telaşında dönüp durmaktaydı. Işığının, gözlerimi kör etmesini beklemeden bulduğum yere usulca bıraktım. Tekrar yürümeye başladım ama merakım beni durdurdu. Geri dönüp bir köşeye sokulup izlemeye başladım. Elmasın yanından envaiçeşit ayaklar geçip gidiyordu. Okuldan kaçmış sinemaya giden haylaz ayaklar, işe giden bıkkın ayaklar, kadehteki kalbinin ateşini söndürür sanıp yanılmış sarhoş ayaklar, adımlarını sevgilisininkine uydurmuş dünya umurunda olmayan neşeli ayaklar… Derken bir sağa bir sola yönelen, arayan, soran ayaklar belirdi. Yaklaştı, yaklaştı, tam elmasın yanında durdu. O durdu, ben sahibinin elması bulmuş olmasının verdiği huzurla tekrar yürümeye başladım. Arkama hiç ama hiç bakmadan, artık sadece önüme bakarak…

PINAR SARI COŞKUN

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.