Gün. O gün hiçbir yere gidemeyeceğini, hiçbir işe yetişemeyeceğini veya hiç kımıldayamayacağını anladığın an mı başlar? Yoksa bu kararların verildiği anın bir saniye öncesinde alarm niyetini mi başlar?
İnsan halsiz uyanıp “Bugün ben hastayım.” cümlesini yorgunluğuna rağmen dinç bir şekilde söylediğinde bu sefer apar topar veya öylece kalkmıyor yataktan. Evde iyileşmek üzerine kurgulanmış bütün ritüelleri, yazılmış tüm prospektüsleri ve çok kez okunmuş bütün öykü kitaplarını sindire sindire bünyesine alıyor. Bunca işin gücün arasında nereden çıktı şimdi bu? Acaba ne zaman çok üşüdüm de böyle oldum? Vitamin değerlerim mi düştü ki? E bugüne; yetiştirilmesi gereken işler, aranacak kişiler, uzun uzun düşüne düşüne yazılacak yazılar, görüşülmesi gereken birkaç arkadaş -kaç defa ertelendi, hem de benim yüzümden-, haftaya not alınan planların programlanması, komşunun çiçeklerini sulama görevi, iş arkadaşlarıyla tartışılacak konular, yorumlamak üzere okumaya söz verdiğim yazılar, alınacak bulaşık deterjanı nasıl sığacak? Zavallı baş ağrım ve sessiz sessiz ağlayan bir çocuk gibi sızlayan kollarım bu görevi edinmemek için nazını çoktan yaptı. Nazdan çok ötede bir yerdelermiş, bir de kalabalıklarmış, boykot ediyorlarmış.
Güç bela doğrulup bütün evi yeniden keşfedince kenardan kenardan katılıyor zihnim de bu boykota. İçeride bir yerde inceden inceden kemiren o ses, beni gaza getirmekten çok benim hevesimi kırıyor; sürekli de bir şeyler yapmamı emrediyor. Olacak şey değil, iyice ele geçirildik, iyi mi? Belki bir tane işimi hallederim içim rahat eder dediğim ne varsa öylece kenarda kalıyor.
Bu çekişmeyi üçüncü taraf edasıyla hem bedenimin hem de zihnimin ulusal çıkarlarına uyacak şekilde sonlandırmak için kekik çayı yapıyorum. Çiçeklerimin yanına ilişip sadece kekik çayı içiyorum. Duruyorum. Bakıyorum. Kekik çayı içiyorum. Çiçeklerimle konuşuyor. Gülümsüyor. Duruyor. Kekik çayı içiyorum. Öylece duruyor sardunyalar, ben de öylece duruyorum. Taç yapraklarının hepsi yere dökülmüş. Burnumu siliyor. Örtüme sarılıyor. Kekik çayı içiyorum. Çiçekler öylece duruyor ve hayatta kalmak adına hasta olmalarına rağmen göğe, daha da yükseğe uzamak için çabalamıyorlar. Kekik çayı içiyorum. İçiyorum. İçiyorum. Sonra sanki aradığım cevabı nerede bulacağımı bildiğimden ve kendimi onaylatma isteğimden değil de -hem de hiç değil de- sadece sesini duymak istediğim için babamı arıyorum. Çocukken korkutucu bir rüya gördüğünde “Anne!” diye uyanıp babasının yanına giden birinin yine yaptığı gibi… Babam ise dinliyor ve ‘İnsanlara eskiden hasta olduklarında “Şifayı kapmışsın.” derlermiş. Şifalanıyorsun’ diyor. “Böyle durumlarda gözlerini kapat ve güzel hayaller kur.” Tamam, diyorum kekik çayımı bitirirken; tamam, diyorum yatağıma geri dönerken.
Hangi derdimi şifalandırabilirim acaba bir rulo peçeteyi iki saatte bitirirken, düşünüyorum. Sardunyalarım da, onların yere düşen yaprakları da duruyor. Sırtım sardunyalarım kadar dik duramıyor, düşünüyorum hangi yükten bükülmüş. Kollarım içi boş çay fincanımı bile zor taşıyor, düşünüyorum hangi görev yerine getirilirken uzun zaman almış. Başım, zavallı başım, kazan gibi; düşünüyorum neleri, hangi sıkıntıları, hangi soruları dinlemek fokur fokur kaynatmış içini. Hiç durmadan iç çeke çeke siliyorum burnumu, düşünüyorum en son ne zaman ağlamamı tuttum da sonra oracıkta unuttum. Düşünüyorum. Çabasız. Göğe daha da daha da yükselmeye çalışmadan. Sessizce.
Babam haklıymış, böyle durumlarda gözlerimi kapatıp güzel hayaller kurmak gerekiyormuş. Sonra geçiyormuş.Burnumu çeke çeke, sırtımı rahat bir yere yerleştire yerleştire güne başlıyorum. Alarmlardan çokça önce.
Miray Kotil