10 Mayıs 1930 Cumartesi. Onu bulduğumuz gündü. Sabah namazından sonra çoluk çocuk bütün köy yine dışarıdaydık. Ağabeyimin olduğu bir grup Mutlu Dere’sine giderlerken; babam ve ben diğer köylülerle birlikte Koru Burnu sahiline indik. Hıdrellez akşamından beri giderek azalan bir umutla aramaya devam ediyorduk. Ve sonunda o korkunç manzarayla karşılaştık. Dün geceki lodos, yosunlarla birlikte onu da getirip sessizce Koru Burnu kıyılarına bırakmış. Roman komşularımızın bir gün suların içinden çıkıp geleceğine inandığı kurtarıcıları Baba Fingo değildi, bizlerin medet umduğu, karşılaşmayı dilediği Hızır da değildi; amcamdı suların getirip bıraktığı. Gerçi artık bu vücuda ‘‘amcam’’ demeye de bin şahit isterdi ya. Âdeta bir buzağı yutmuş gibi şişmiş, şişmiş, şişmişti. O beyaz teni kararmıştı. Her zaman ‘‘Rabia’ma kavuşamazsam gözü açık giderim.’’ derdi. Gözleri kapalıydı. Sonunda Rabia’sıyla Karadeniz’in hırçın, soğuk, karanlık sularında mı kavuşmuştu acaba?
Ali Osman amcam 1890’da Tuna düzlüğünün doğusunda bulunan Türkler arasındaki adıyla Hacıoğlu Pazarcık, bugünkü adıyla Dobriç’te doğmuş. Ondan iki sene sonra da komşu evde Rabia dünyaya gelmiş. Rabia, Ali Osman Amca’mın dünyasına doğan güneş… Düşe kalka, güle oynaya birlikte büyümüşler.
Anamın babamın iş buyurmasından bıkar her fırsatta amcamın yanına kaçardım. Acı bir hasret duyduğu çocukluk ve gençlik yıllarını, büyük aşkı Rabia’yı bir masal gibi tekrar tekrar anlattırırdım. ‘‘Yine anlatsana be amca!’’ dediğimde hemen başlardı.
‘‘Rabia’m, kadife çiçeğim, saçları güneş, gözleri gök, bahtı kara… Kokusu sümbül, boyu selvi, elleri pamuk…’’
Amcam anlattıkça Rabia sanki kanlı canlı bir peri kızı gibi karşımda dikiliverirdi. Yüzünde kedere dönüşen kaderinin çizgileri belirginleşmesine, saçlarına aklar düşmesine rağmen Ali Osman amcam da hâlâ çok yakışıklıydı.
I. Balkan Savaşı başladığında amcam yirmi bir yaşında fidan gibi bir delikanlıymış. Tarlada birlikte çalıştığı Bulgar arkadaşları her şeye hazırlıklı olması için onu sık sık uyarmalarına rağmen amcam önceleri durumun bu kadar kötüye gideceğini hiç tahmin etmemiş.
‘‘Ah o uğursuz savaş olmasaydı o yaz üç gün üç gece düğün yapacaktım kadife çiçeğime. Gırnatalar, gıygalar hiç susmayacaktı. Payduşka, pirinka, aligali ne kadar oyun varsa hepsinde gösterecektim maharetimi.’’ der kaderine ilenirdi.
Savaş başladığında Rabia’nın babası İbrahim Aga herkesten daha fazla telaşa kapılmış. Amcama ‘‘Şimdi düğün dernek sırası mı? Önce canımızı kurtaralım hele bir de…’’ demiş. Zaten çok geçmeden İbrahim Aga evlerine baskın olur korkusuyla ailesini Varna’daki kardeşinin yanına götürmeye karar vermiş.
Ali Osman Amca’m Rabia’nın Hacıoğlu Pazarcık’taki son gecesini: ‘‘O gece Rabia’ya gel kaçalım yoksa savaştan önce hasretlik öldürür bizi dedim. Gelmedi.’’ diye anlatırdı.
‘‘Rabia gidince hem içime hem ocağıma bir ateş düştü ki düşman başına. O avlu bana dar gelir oldu. Sordum soruşturdum Varna’daki adreslerini öğrendim. Eee artık tutar mıyım bizimkileri Pazarcık’ta? Eşyalarımızdan para edenleri sattık kalanları da yükledik bir at arabasına doğru Varna’ya. İnsanın doğup büyüdüğü toprağı bırakması öyle zor ki sorma. O gün kapıya kilit vurup çıkarken sanki akşama dönecekmişiz gibi gelmişti bana. Dönüşü olmayan bir yola çıktığımızı hepimizden önce bahçedeki kiraz ağacı anlamış olmalıydı ki boynu büküktü. Varna’da Allah bu garip kuluna acıdı da Rabialar’ın arka sokağında başımızı sokacak bir göz oda buldum. Varna Limanı’nda da hamallık yapmaya başladım. Hem ekmek parası kazanıyor hem de gelen giden sayesinde memleketin durumundan haberdar oluyordum. Rabia ile de kapı ağzında, çeşme başında üç-beş kelam edebilmek için fırsat kolluyordum. Varna’ya gelirken asıl niyetim Rabia’yı da alıp en kısa zamanda Tekirdağ’a geçmekti. Ama İbrahim Aga inat ettikçe bir ay oldu mu sana iki ay, iki ay derken üç ay…
O sıralarda duyduk ki bizimkilerle Bulgarlar arasında İstanbul Antlaşması imzalanmış. Kırcali, Koşukavak, Mestanlı hepsini kaybetmişiz. Antlaşmada derlermiş ki ‘‘Türkler ya Bulgar uyruğuna geçecek ya göçecek.’’ Babam ‘‘Ne atalarımızdan gelen adları ne Türklüğümüzü değiştirtmem! Ölürsek de kendi adımızla sanımızla ölürüz!’’ deyince anladım ki bize gitmekten başka çare kalmadı artık.
1913 yazıydı, bizi Varna Limanı’ndan Tekirdağ Limanı’na geçirecek bir mavna ayarladım. Hele bir karşıya sağ salim geçelim gerisini elbet hallederiz diyordum. Rabia’ya günler öncesinden bizimle birlikte gelmesi için yalvarmaya başladım. ‘‘Anamı babamı bırakamam, onlar da bu toprakları bırakamaz.’’ dedi başka bir şey demedi. Zaten sonradan duydum ki Bulgar uyruğuna geçmişler, Rabia olmuş Nevena. Mendiline sarıp verdiği sarı saçlarından bir tutam bana ondan kalan tek hatıra oldu. Mecbur biz düştük yola. Önce Tekirdağ sonra Çerkezköy en sonunda da Koru Burnu.
Derler ki çok eskiden Koru Burnu’nda sahilin en ucundaki eski deniz fenerinin bakımını yapan bir adamdan başka kimse yaşamazmış. Günün birinde genç yaşlı kalabalık bir kafile gelmiş, bizim gibi ocaklarını tüttürecek yeni bir yer arıyorlarmış. Fenere bakan adamcık insana hasret olduğundan onları hiçbir yere salmamış. Burada yaşadıkça çoğalmışlar, çoğaldıkça yaşamışlar. Bu gelen kafiledekiler işte bizim komşuların Romanya’dan göçen atalarıymış. Ah Rabia bizim de olacaktı boy boy kızanlarımız birlikte yaşayacaktık şuracıkta, bir kara yazı sebep oldu ayrılmamıza Rabia oldu Nevena!’’ diye anlatırdı da anlatırdı.
Ali Osman Amca’m ya kulübesinde oturur ya kayığıyla denize açılırdı. Ama hep anlatırdı. İnsanlara, balıklara, kuşlara… Düğün olur ‘‘Biz çalamadık gırnata, oynayamadık doya doya.’’ der ağlardı. Bayram olur ‘‘Nerede bizim yahnili bayram sofralarımız, nerede kolaç dağıtan Rabia’’ der ağlardı. Bazen de kayığıyla tee Varna’ya gitmeye kalkardı. Zaten bizim yanımızda duran bedeniydi yalnızca. Aklını da kalbini de bırakmıştı orada.
Ali Osman Amca’mın kıyıya vurmasından dört gün önce Hıdrellez’di. Neredeyse bütün köy halkı Mutlu Dere’sinin yanına gidip yedik, içtik. Maniler söylenip atışıldı, ateşler yakılıp atlandı, dilekler için gül ağaçları arandı. Mutlu Dere’sinin öte yanı Bulgaristan. Ali Osman Amca’m ‘‘Dün gece rüyamda gördüm. Rabia Hıdrellez’de Tuna Nehri’nde buluşalım dedi. Yanına gideceğim.’’ deyip duruyordu. Hiç kimse onu ciddiye almadı, herkes söylediklerine gülüp geçti. Derenin kıyısında birbirlerine su atarak şakalaşan çocuklar, gençler vardı. Bir baktık ki Ali Osman Amca’m da dereye girmiş.
‘‘Geri dön! Gitme!’’ diye seslenmemize hiç aldırış etmedi, derenin içinde düz yolda gider gibi ilerlemeye başladı. Peşinden biz de atladık dereye ama biz yetişene kadar gözden kayboldu.
Kim bilir belki de gerçekten Rabia’sı çağırmıştır. Bedenleri değilse bile ruhları kavuşmuştur o gece Tuna Nehri’nde. Onlarca kadife çiçeği açıyor şimdi kabrinde…