AYLAK DERGİ

UKDELER KUMBARASI

“Elbette diner bu sağanak

Kaybolur içimdeki ukde” *

İstanbul’da hırçın bir güz başlangıcının tembel bir öğleden sonrası. Gümmmmm… Gümmm… Bilinçaltımın bana bir tür eziyet biçimi olan yine aynı rüya -hep o rüya- duyduğum gürültüyle bölünüyor. Tam da en güzel yeriydi. Bu böyledir, yarım kalanlar devam etse belki de kötü bir sonla nihayete ereceğine yarım bırakılarak aslında binbir güzel ihtimalle tamamlanır. Bazen de bir an önce o kaçınılmaz kötü sonu yaşayıp aşmak, her anında gerçekleşmeyeceğini içten içe bildiğin binbir güzel ihtimalin hasretini duymaktan iyidir. Kim bilir? Bilenler bilir ama anlatmazlar. Genelde “Yaşasın görsün!” denir. Zaten anlatana da pek kulak asılmaz. 

Buz gibi taşlara parmaklarımın ucunda basarak balkona doğru gidiyorum. Dışarıda sakin bir yağmuru savuran şiddetli bir rüzgâr var. Çamaşır kurutma askısı yerde, dün astığım beyazlar ile birlikte. Ağırlığı tek bir tarafa vermişim demek ki, lisede fiziğim birdi keza dengem de pekiyi değildi. Hiçbir şeye dokunmadan yatağa geri dönüyorum. Geri dönüşler bıraktığımızı, bıraktığımız yerde ve bıraktığımız gibi bulmanın umuşudur. Bu umuda sığınıp beni türlü beladan, görünen ve görünmeyen tüm düşmanlardan koruyabileceğine inandığım sadık muhafızım yorganımı çeneme kadar çekiyorum. Gözlerimi kapatmaya fırsat bulamadan bir “gümmm” sesi daha. Zaten hâlihazırda düşmüş vaziyette olan bir daha düşemeyeceğine göre bu seferki çamaşırlık değil, biliyorum. Üşenmeyip tekrar balkona çıkıyorum. Sokağın ortasında bir radyo son nefesini vermek üzere. Kırılan bir parçası Miskin’in mama kabının içine fırlamış, Miskin şaşkın şaşkın miyavlıyor. Bu radyo, artık kullanılmadığı için kendini değersiz hissedip intihara kalkışmış olabilir diyecekken başımı biraz yukarı kaldırıp karşıdaki Dönmez Apartmanı’nın üçüncü katına bakınca radyonun bir cinayete kurban gittiğini; zanlının da Nadiye Hanım olduğunu anlıyorum. Radyo ile içindeki müziği susturmuş önce. Daha sonra tabaklar, bardaklar, kıyafetler, fotoğraflar… Eline ne geçerse radyonun makûs kaderini paylaşmak üzere aşağıya gönderiliyordu. Birer ikişer derken tüm sokak pencerelere, kapı önlerine üşüşmüş ve bu kaçırılmaz delirmeyi seyre başlamışlardı. Haklılardı. Her birimiz günde en az beş kez yoklayan sinir krizlerini bastırmaya çalışarak yaşasak da apaçık delireni her zaman göremiyorduk. Aralarından birkaç cesur:

— Aman Nadiye Hanımcığım, çıldırdınız mı?

— “Canım Nadiye Hanımcığım, yapmayın etmeyin, kendinize gelin!” deseler de fayda etmiyordu. Kim bir laf edecek olsa atılan eşyalardan nasibini almak suretiyle susturuluyordu. Komşuların çoğu dehşetle -kimileri de gülüp eğlenerek- Nadiye Hanım’ı izlemeye devam ediyorlardı. Neyse ki içimizde, evdeki tüm eşyayı attıktan sonra kendisini de aşağıya bırakabileceğini düşünüp polis ve ambulansı arayacak kadar aklı olan varmış. Polis ekipleri geldikten sonra Nadiye Hanım güçlükle ikna edilip kapı açtırıldı, hemen bir sakinleştirici iğne yapılıp hastaneye götürüldü. Sokak savaş alanında kurulmuş bir bitpazarı gibiydi. 

Şu kırmızı hırka yarın umuduydu belki “Günün birinde onunla tekrar buluştuğumuzda giyerim.” denilip gardırobun ücra köşelerinde kalan. Kaldırım taşlarının arasına sıkışmış şu inci küpe, hatırlanan ve kutlanan son doğum gününün yadigârıydı belki takmaya bir türlü kıyamadığı. Tabaklar birlikte oturulup şenlenmemiş yapayalnız sofraların hayal kırıklığı, camı çatlamış akrebi başka yelkovanı başka yöne kaçmış bir saat hiçbir şeye yetişememenin telaşı ve sonunda her şeye geç kalmış olmanın pişmanlığı. At gitsin. Bazen yeniden toparlayabilmek için iyice dağıtmak gerekiyordu. Yapmak için yıkmak. Yeniye yer açmak için eskiyi bırakmak. 

Gösteri bitti. Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız.** Eşyaların çoğu toplanıp çöpe atıldı, bir kısmını yoldan geçen hurdacılar aldı. Fırının önüne fırlamış ve bir tarafı içine göçmüş metal kumbara, birkaç fotoğraf ve kıyafeti de Nadiye Hanım’a geri vermek üzere ben aldım. Tabii Nadiye Hanım kafayı düzeltip geri gelebilirse. 

Günler birbirini izledi, Nadiye Hanım’ın açık kalan balkon kapısından içeri toz girdi, yağmur girdi, rüzgâr girdi, hatta yolunu kaybetmiş yuvasız bir güvercin girdi. Evin yeni sahipleri bunlar olmak üzereyken bir gün balkon kapısını kapalı gördüm. Nadiye Hanım’ın sokaktan topladığım eşyalarını alıp kapısını çaldım. Açılmadı. Bir daha çaldım. Yine açılmadı. Elimdeki eşyaları kapının önüne bırakmak üzere eğildiğim sırada içeriden yaklaşan ayak seslerini duyup bekledim. Kapı yavaşça açıldı. Nadiye Hanım:

— Buyurun!

— Ben bunları getirmiştim, belki geri istersiniz diye.

Elimdeki poşetin içindekilere şöyle bir baktı. Hiçbir şeyi almadı.

— Bunları geri isteyecek olsam neden atayım?

—  Evet…

Kapıyı kapatacağı sırada:

— Çöpe atıyorum o zaman. Kumbarayı da atayım mı? İçi dolu da bilemedim.

Omuz silkti. 

—  Henüz küçük bir çocukken almak istediğim her şey için para biriktirdim. Ama ne kadar birikirse biriksin yeterli olmazdı, çünkü yavaş birikirdi. Çoğu şey içimde ukde kaldı. İstediklerimi alabilir duruma geldiğimde de bu sefer isteyip de yapamadığım şeyleri hatırlamak için para atmaya başladım içine. Kendimce kursağımda kalan hevesleri sayıyordum, çok olmamasını umarak. Artık saymak istemiyorum, kurtulmak istiyorum.

Çat! Kapı kapandı. Elimde kalakaldı ukdeler kumbarası.

*Ukde- Melih Cevdet ANDAY

** Mahur Beste- Atilla İLHAN

                                                                                                 PINAR SARI COŞKUN

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.