”Ben ustamdan öğrendim
böyle elma soymayı
ben ustamdan öğrendim
derdi dertle ovmayı
ustam bana öğretti
hassiktirin demeyi”
[FERHAN ŞENSOY]
Muammer Karaca, yıllar önce “Merka Opereti” ismini verdiği bir topluluk kurmuş. Bu toplulukla o dönemde “Fuar Yıldızı, Tatlı Sert, Yolculuk Var” adlı oyunları, dokuz ay boyunca Anadolu’ya taşımış ve orada sahnelemiş. Oysa Karaca; yerleşik bir tiyatrosu olmasını çok istermiş. İstanbul’a dönünce de bu turneden kazandığı gelirle hemen bir tiyatro binası yapmayı düşünmüş. Önce İstanbul Gazinosu’nu restore için kollarını sıvamış. Tam tadilata başlamış ki, belediye ahşap binaların yenilenmesi için verilen izinlere kısıtlama getirmiş. Projeyi duraklatmış ama uzun bir çabanın sonucunda salon “Zırdeliler” adlı bir operet ile açılmış. Fakat buradaki ev sahipliği bazı nedenlerden dolayı kısa sürmüş.
Güzelim topluluk, İstanbul’da da oynayacak salon bulamayınca Anadolu turnelerine devam etmiş. Böylesine güzel bir ekiple, birbirinden güzel oyunlar oynamışlar. “Platin Palas, Fuar Yıldızı, Tatlı Sert, Yaman Şey, Zırdeliler, Hangisi, Lüküs Hayat, Kâtibin Karısı” adlı oyunlarla, turnelerde ise; Muzaffer Hepgüler, Celal Sururi, İhsan Gülek, Güzin Özipek, İsmet Hepgüler, Adile Naşit Özcan, Rasim Uslu, Zafer Önen, Şahin Tek, Turgut Boralı, Fikriye Gezgin, Renan Fosforoğlu, Mehmet Ali Gezgin gibi sahnede devleşen oyuncularıyla perde açmış Merka Opereti…
Sonrasında topluluğun adı “Muammer Karaca Tiyatrosu” olarak değişmiş. Uzun bir turne yolculuğundan sonra bizimkiler, Maksim Gazinosu’na taşınmış. İlk oyunları “Kâtibin Karısı” ile perdelerini açmış. Oyun, prodüksiyonun zenginliğine önem verince içerik ve güldürü anlamında zayıf bir oyuna dönüşmüş. Sonra Karaca, sanat hayatındaki önemli değişikliğin başladığı müzik ve dansı en aza indirip, metnin ve güldürünün ön plana çıktığı oyunlar oynamaya başlamış.
Ve tabi ki, “Cibali Karakolu.” Canım Karaca’nın en büyük başarılarından biridir. Bu oyunla sıkı bir turne yapmış.Büyük kazanç elde edince hayalini kurduğu, aidiyet hissedebileceği tiyatro binası için çalışmalara başlamış.
Oluşumum başlarken çok heyecanlıydı. Hepiniz biliyorsunuz ki, Karaca’nın aceleciliği meşhurdur! O zamanlar üç yıllık yüksek mimar olan yeğeni Perran Doğancı, gece gündüz çalışarak kısa sürede hazırladı çizimlerimi. On ayda bitirdiler bütün işlerimi. On ay gibi kısa sürede koca bir yapı oldum! Kime anlatsanız inanmaz. Oluştuğum zamana göre çok görkemli bir yapı olunca, benim yüzümden kredi borcunun içinde buldu canım Karaca kendisini. Açılışımı: “Koltuklarımız yaldızlı ama tiyatromuz aynı.” diyerek duyurdu herkese.
1955 yılı 15 Mart gecesi. Koşuşturmacaların sonucunda büyük bir debdebe ile açıldı kapılarım. “Sayın seyircilerim bu akşam karşınızda Muammer Karaca Tiyatrosu’nun o güzel binası.” O akşam gelen herkese oyundan önce sımsıkı sarıldım. Gelenler ışıltımdan alamıyor gözlerini, her yerim gıcır gıcır. Duvarlarım bile gülümsüyor, herkes çok mutlu. Muammer… Ah Muammer! Günlerdir doğru düzgün ne uyudu ne de yemek yedi. Hele o gece… Sabaha kadar yerinde duramıyordu. Sürekli sarılıyorduk.
Spotlarım yandı, büyük bir alkış koptu. Herkes ayakta, kimse gözyaşlarını tutamıyordu. Muammer dün geceden hazırlandığı konuşmasına başladı:
Yeni tiyatronuza hoş geldiniz, aziz seyircilerim! Tiyatronuz diyorum. Çünkü bu, koltuklarına keyfinizce kurulup içinde iki, üç saatinizi geçireceğiniz mütevazi çatı; değerlerini dünyanın hiçbir nimeti ile değişmeyeceğim büyük alakanızla kuruldu. Onu, Karaca Topluluğu’nun nev’i şahsına münhasır çeşitli tuhaflıkları, karşınızda esirgememek lütfunda bulunduğunuz sempatiniz, müsamahanız ve dudaklarınızdan bir an eksik olmadığını görmekle meslek hayatımın en büyük haz’ını duyduğum sevimli tebessümünüz yarattı. Eser, sizindir sevgili seyircilerim. Bizler onun sadece naçiz birer amelesiyiz. Siz şimdi kendi ölçülerimize göre memleketin modern bir tiyatroculuğu sayabileceğimiz bu şirince minyatüre bakarak belki bizden yeni bir şeyler bekleyeceksiniz. Hemen itiraf edeyim ki, bütün bu hengamede değişen sadece çuldur. Biz dün ne isek bugün de oyuz.
Karaca Tiyatro’nun ilk siyasi hicvi “Etnan Bey Duymasın” oldu. Dönemin baskılarından dolayı siyasi oyunlarda kısıtlamalar başlayınca Karaca, oyunlarının hicivleri azaltarak yeni isimlerle sahneye koymaya devam etmişti. Yine de Karaca’nın tüm siyasilerle arası iyiydi. Siyasilerle ilişkisi iyi oldukça seyirciyle arası açılmaya başladı. Sıkıntı ve baskı altında olan seyircisi birdenbire politika sahnesine geçen Karaca’ya küsmeye başladı.
“Nerede o afacan o zeki halk sanatçısı Muammer Karaca? Siyasi çalışmalara katıldığı bu yıllarda biraz daha yitirmiş Muammerliğini… Sevdiğimiz bir Muammer vardı ya onun yerinde yerler esiyor şimdi. Kulağı suflörde, metne sadık, kasılmış bir Muammer bulduk karşımızda. Batı Tiyatrosu yapmaya özeniyor… Halk sanatçısı Muammer, bütün ününü, bütün gücünü halktan sağladığı halde kaçtı halktan. Klasik tiyatro özlemini gerçekleştirmek istedi… İleriye gitmiyor, geriye dönüyor.”(A. Cimcoz,1957)
Karaca bu eleştirilerden sonra eskisi gibi oyunlar oynamaya devam etmişti. O sahnede devleşir, seyirciyi avucunun içine alır öyle oynardı oyunlarını. Ön sıralarda gülmeyen seyirciyi arka sıralara gönderdiği de çok olmuştu. Bir de en güzel esprileri hep o yapar karşısındaki oyunculara genellikle izin vermezdi. Hatta benden duymuş gibi olmayın ama Karaca’nın üzerinde Beliğ Selönü’nün emeği de çoktur. Yani Muammer’i Muammer Karaca yapan Beliğ’dir. O oyun yazarlığının dışında tiyatro tarihinde pek az görülen espri yazarlığı da yapıyordu. Karaca’nın oyunlarını seyrederek espriler ekiyordu. Sadece Karaca’nın oynadığı role değil herkes için yazıyordu. Fakat Karaca, yazılanları çoğunlukla kendi deniyor başka bir oyuncunun esprisi karşılık bulursa onu da kendi rolüne uyarlayıp o şekilde oynuyordu. Beliğ de seyircinin karşılık verdiği espri başına bir ücret alıyordu. Karaca’ya da espri yapmak yakışıyordu tabii. Hatta sırf siyasi hicivleri için gelen seyirciler vardı. Oyundan çıkarken kendi aralarında konuşanları dinliyordum. “Burada ne demek istedi, gelecek hafta böyle mi olacak?” diye kendi kendilerine soruyor ve her seferinde Karaca’nın zekasına hayran olarak ayrılıyorlardı.
Ah, o güzel günler! Nice tiyatro oyununu, topluluğunu, oyuncusunu kucakladım. Her şeyden öte Kenter Kardeşler bambaşka bir güzeldi. Karaca, eski harflerle inci gibi güzel yazısıyla Muhsin Ertuğrul’a Karaca Tiyatrosu’nu yönetmesini istediğini belirten bir mektup yazmıştı. Ertuğrul:“…Muammer, sanırdım ki hiç olmazsa sen beni tanırsın. Nasıl umdum ki; senin bin bir mahrumiyetle katlandıktan adeta kuyu kazar gibi ömrünü törpüledikten sonra açmaya muvaffak olduğun tiyatronu ben gelir, senin elinden alır, orada çalışırım… Bunu nasıl düşünebildin?” diye uzunca bir mektupla cevabının olumsuz olduğunu belirtse de zaman sonra geldi ve topluluğu yönetmeye başladı. Buna hepimiz çok sevinmiştik. Ama en çok da “Salıncakta İki Kişi” iki güzel kardeşin başarısına çok sevinmiştik. Ertuğrul “Salıncakta İki Kişi” oyununu yönetti, Müşfik ve Yıldızcığım oynadı. Ama ne oynamak? Oyun günleri Galatasaray Lisesi’ne kadar uzanan bilet sırasını size nasıl anlatayım? Bir zaman sonra Karaca, kıskanmaya da başlamadı değil. Gişeye kendisi geçer Kenter Kardeşler’e bilet isteyen seyirciye fikos yapıp “Alma… Alma… Dram, sıkılırsın. Sana bizim oyuna vereyim, ona gel.” diye ikna etmeye çalışıyordu.
Canımın içi Muammer Karaca borçlarını ödeyemedi. Benim için ömrünü adadı, kazandığı bütün parayı verdi, üzerine tonla borcu taşıdı ama olmadı. Borçlarına karşılık beni İSKİ’ye devrettiler. Karaca, evine çekildi, bir dönem evini sinemacılara kiraya verdi, geçimini de öyle sağladı. Borç içinde bu dünyadan uçup gitti. Bana da bir fısıltıyla “Böyle geldik, böyle gidiyoruz işte.” demişti. Onu hala çok özlüyor, çok seviyorum…
Münir Özkul ve Tevhid Bilge’nin kurduğu tiyatroyu, Ulvi Uraz Tiyatrosu’nu, Gülriz Sururi ve Engin Cezzar Tiyatrosu’nu daha nicesini kucakladım, misafir ettim. Zaten Karaca’nın özlemi vardı içimde. Bir de İSKİ’ye devredilince beni tamamen çürümeye bıraktılar. Gördüğüm depremlerde bile böylesine hasar almadım. Beni yıkmak istediler. Bağırdım, sesimi duyan biri çıkar diye düşündüm. Öyle de oldu. Dostlarım beni yalnız bırakmadı. Tİ-SAN(Tiyatro Sanatçıları Birliği) önderliğinde bir eylem yaptılar. Toto Karaca, Yıldız Kenter, Gülriz Sururi, Genco Erkal, Rutkay Aziz, Savaş Dinçel, Müşfik Kenter, Başar Sabuncu, Ali Taygun tüm dostlarım burada benim için şöyle bir bildiri okudu:
“Ülkemizde kültür alanının çölleşmesi, çölleştirilmesi ürkünç boyutlara vardı. Bugünlerde, bu çölleşmenin en ürkünç örneklerinden birini daha yaşamak üzereyiz. Ülkemizde bir tiyatro adamının kendi özel çabasıyla yaptığı, özel tiyatro binası devlet eliyle yıkılıyor. Öyle bir yapı ki, Muammer Karaca’ları, Ulvi Uraz’ları, Muhsin Ertuğrul’ları-kucaklamış, tiyatro sanatını bağımsız bir biçimde sürdürmek isteyen bir yığın tiyatro sanatçısına barınak olmuş. Kültür alanının çölleştirilmesi eyleminin bir parçası değilse bu, en azından o eylemi görmezlikten gelmiş gafletin tipik bir örneğidir. Yeni Komedi Tiyatrosu konfeksiyoncu olabilir. Venüs Sineması pasaj, Gen-Ar mimari büro, Arena ticari büro, Gümüşsuyu’ndaki tiyatro kuru temizleyici, Ankara Sıhhiye’deki Meydan Tiyatrosu depo olabilir. (Eksikleri biz tamamlayalım; Aksaray Küçük Opera yanabilir, Ankara Birlik Sahnesi derici, Oraloğlu Tiyatrosu baro, Ses Tiyatrosu ve Elhamra sinema olabilir.) Ülkemizdeki çarpık gelişen sosyo-ekonomik yapının sonuçlarıdır bunlar. Doğal olarak piyasa daha çok kar derken, tiyatro yapılarını tatlı kar kapılarına dönüştürmek zorundadır. Ama biz tiyatrocular özellikle özel tiyatrocular dur! Demek istiyoruz bu gidişe. Ülkemiz karanlık dönemlerden geçti. Biz tiyatrocular alışkınız karanlıkla mücadeleye. Ama şimdi… Umut vadeden bir yönetim var. Öyleyse istiyoruz: Yapmıyorsunuz, yıkmayın bari! KaracaTiyatro’ya o kara günü yaşatmayın! Tiyatroyu tiyatroculara bırakın!”
Dostlarımın bu bildirgesi işe yaramıştı. Yıkmaktan vaz geçtiler. Bir şeyleri yanlış anlamış olacaklar ki -biliyorsunuz siyasilerin zekâları çoğu şeye yetmiyor- tiyatro binası olarak değil, yemekhane olarak kullandılar. 1986 yılında Gülriz geldi, dönemin belediye başkanı Dalan’a “Ben binanın bütün tadilatını üstleneceğim siz de benden on yıl kira almayacaksınız.” dedi. Çok ısrar etse de bu isteği geri çevrildi. Artık yaşlandığımı hissediyordum. Yıkılacağım anlaşılınca çelik konstrüksiyonla güçlendirme yapıldı da biraz daha güçlü kalabildim. Sonrasında İSKİ’den İBB’ye bağlı Güzel İstanbul Vakfı’na devredildim. Artık daha mutlu ve daha güçlüydüm. Gücümü çeliklere değil seyircime, tiyatrocularıma borçluyum. Nisa Serezli ve Tolga Aşkıner Tiyatrosu, Yeditepe Oyuncuları, Salih Kalyon Tiyatrosu’nu da dönüşümlü olarak misafir etmeye başladım. Eski günlerime dönmüştüm bir nevi. Yeniden hayata dönmüştüm fakat bu kez de yerel seçim yapıldı, belediye değişti. Belediye ile vakıf ters düştü. Olan yine bana oldu. Kapılarım kapandı ve yine yalnızlığa itildim.
Bu dönemde beni Dostlar Tiyatrosu kucakladı. Genco 23 yıl boyunca kiracıydı. Bu 23 içinde yaşlandığımı, yorulduğumu düşünen varsa yanılıyor. O alkış sesleri, o tiyatrocuların heyecanı, sohbeti beni gençleştiriyor, yorgunluğumu alıyordu. Genco ile de çok uğraştılar. Gezi Direnişi’ne destek verdiği için bir bahane bulup çıkardılar.
Artık beni ölüme terk ettiklerini anlamıştım. Belki duymuşsunuzdur metro çalışması sırasında daha çok hasar gördüm ve kullanılmaz hale geldim. Bu çıkmaz sokakta tiyatroculara değil, evsizleri kucakladım. Onlara ev oldum. Küçük çocukların ölü bedenlerini almadan önce parmak izlerini alıp seçim kağıtlarında kullandıklarına da şahit oldum.
Bir gün yabancılar doluştu içeriye, ellerinde balyozlar, kırıcılar. Vurmaya kırmaya başladılar bütün duvarlarıma. Günlerce sürdü bu işkence. Canımı öylesine çok yaktılar ki! Acıdan sesim çıkmadı. Zaten çıksa da dilimden kimse anlamayacaktı. Güzelim İstiklal Caddesi koca bir çöplüğe dönüşmüştü. Yabancı uyruklu insan çöplüğüne… Haftalar süren işler bitmişti. Bir de güvenlik koymuşlardı içeriye, etrafımı da jiletli tellerle sardılar. “Ben tiyatroyum, tiyatro!” Hapishaneye çevirdiler! Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Bir çocuk güvenliğin olmadığı anda daldı içeriye. O gün bana öyle sarıldı ki, yaralarım iyileşmeye başladı. Oturdu yere ağlamaya başladı. Dakikalarca hıçkıra hıçkıra ağladık. Yıkık duvarlarımda “Sana ne yaptılar böyle?” diyerek elini gezdiriyor, gözyaşlarını tutamıyordu. O içerde geziyorken güvenlik fark etmeden kilitledi kapıları gitti evine. Bir süre içerde kaldı ve bana neler olup bittiğini anlattı. Yıkılacakmışım. Artık geri dönüşü yokmuş. Duvarlarımı da müteahhitle öyle anlaştıkları için yıkmışlar. ON AYDA İNŞA EDİLDİM, YILLARCA YIKILDIM. Sebebi de siyasi nedenlere kurban gitmemdi. Beni yıkmaya başladıklarında yine yerel seçim olmuş, yönetim değişim ve yine benim için önce ben yıkacağım diye kavga edilmiş. Karaca’nın siyasilerle arası iyiydi, iyiydi de keşke benim de aram iyi olabilseymiş. Sonra ağlayarak o jiletli tellerin üzerinden atlayıp uzaklaştı çocuk. Beni de hiç unutmadı, her hafta ziyaretime geldi.
Geçtiğimiz günlerde Deniz Yüce Başarır’ın, sahnede devleşen babasının da içinde bulunduğu Kent Oyuncuları’nı anlattığı bir kitabı yayımlandı. Benden de bahsetmiş kitabında, okuyunca çok etkilendim.
“Oyunların, oyuncuların arasında dolaşırken, tiyatro sahnelerini de ziyaret ediyoruz. Hangisinin izlerini bugün hala bulmak mümkün hangisi tamamen silindi gitti şehrin kültür haritasından? Biraz ona da göz atıyoruz. Şehri şehir yapan, tarihi binaları, sinema ve tiyatro salonları, kültür merkezleri, kitapçıları, restoran ve kafeleri de değil mi? Geçmişten bugüne korunabilen her kültürel değer, başka bir renk katıyor kentin dokusuna. İnsan çocukluğundan beri lezzetine aşina olduğu tatlıcıyı aynı adreste bulmak, bir pasaj içinde bir zamanlar babasıyla gittiği lokantaya uğrayıp mevsimi gelmiş diye şöyle güzel bir zeytinyağlı enginar yemek istiyor, şehrin en kalabalık caddelerine çıktığında. Ve aynı özlemle istiyor, babasının çıktığı sahnelerin hepsini yerli yerinde bulmak, o sahnelerde bugünün parlak yıldızların izlemek. Her şeyi yıkıp yerine yenisini yapmak renklerini alıp götürüyor şehrin. Geçmişin izlerini kazılmasına silmek, bozguna uğramış bir kent bırakıyor geride. (Perde Kapanmasa Görecektiniz, 2021)
İşte değerli dostlarım! Bizler naçiz birer ameleyiz. Muhsin’in de dediği gibi isterim ki; benden sonra tufan olmasın. Biz böyle geldik, böyle gidiyoruz. Aynı caddede benden büyük olsa da arkadaşım, Ses Tiyatrosu kaldı. O da benimle aynı kaderi paylaşmasın isterim. Şimdi İBB Miras, benim gibi bir tiyatro binası daha yapacakmış. Orada alkışlarınız hiç susmasın. Elveda hancılar, yolcunuz bendeniz Muammer Karaca Tiyatrosu…