Bir kuşum. Uçuyorum.
Boşlukta süzülmekten duyduğum
mutluluktan soluğum tıkanacak gibi.
Ferit EDGÜ-Çığlık
İstiklâl’den evime ve evimden İstiklâl’e doğru giderken günde en az iki kere Galip Dede Caddesi’nden geçerim. Caddeye adını veren ve yine yolumun üzerindeki Galata Mevlevihanesi’nde ebedi istirahate çekilmiş ‘‘aşkın ve ateşin şairi’’ Şeyh Galip’e duyduğum saygıyla adımlarım yavaşlar. İçimden bir dua mırıldanır gibi farkında bile olmadan dudaklarımdan beni en çok etkileyen dizeleri dökülüverir:
‘‘Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe’’ (İnsan üç beş damla kan ve binbir endişedir.)
Ve bazen de aklıma şu dize gelir:
‘‘Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen’’ (Ey gönül, ey gönül neden bu kadar gamla dolusun)
Vücudumuzun kaçta kaçı sudur bilemeyeceğim, fen bilgim iyi değildir ama kendi vücudumun bana kalırsa yüzde sekseni gam ve endişedir. Galip Dede Caddesi’nin arka tarafındaki bir apartmanın çatı katında geceleri Galata Kulesi ile bakışıp dertleşirken bu gam ve endişe yerini bir parça huzura bırakır gibi olur. O da sadece bazı geceler. Çünkü çoğu zaman insan kendisiyle girdiği derin sohbetlerden sağlam çıkamaz. Bütün bu birtakım iç sıkıntılarına rağmen hayatımda memnun olduğum nadir şeylerden biri evim. Benim için insanlardan ve dünyadan bir sığınak. Öğrenciliğimden beri, yani sekiz senedir, bu evde yaşıyorum. Doğup büyüdüğüm ev ise karşıda Kadıköy’de idi. Ben İstanbul Üniversitesi’ni kazanınca liseden arkadaşım Eylül ile bu çatı katını bulup tuttuk. Galata ve çevresini hep çok etkileyici bulurdum, burada yaşamak hayalimdi. Ortak ilgi alanları ve zevklerimiz bulunduğu için çok eğlenceli bir öğrencilik hayatımız ve ev arkadaşlığı dönemimiz oldu. Sonra zaman geçti, biz büyüdük, değiştik, bireyselleştik, yetişkin hayatlarımız bu küçük çatı katına sığmamaya başladı.
Okul bitince Türk Dili ve Edebiyatı mezunu olan Eylül bir dergide editörlük yapmaya başladı ve evden ayrıldı. Ben ise İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu olarak ne yapacağıma karar veremiyordum. Kendi hayallerini gerçekleştirmek için benim mezun olmamı bekleyen annem ve babam emekli oldular. Hemen hemen herkesin emeklilik hayallerinde yer alan Ege’de şirin, küçük bir sahil kasabasında hayatlarına devam etmek amacıyla Kadıköy’deki evimizi sattılar. Her ne kadar okuduğum bölüm onları memnun etmese, bana dair olan büyük hayallerini boşa çıkarmış olsam da mezuniyet hediyesi olarak bana asla bırakmak istemediğim bu çatı katını satın aldılar. Benim için çok büyük ve anlamlı bor hediye oldu. Bütün maaşımı kiraya vermekten de kurtuldum böylece ama henüz zaten bir maaş alabileceğim işim yoktu. Peki ben ne yapacaktım? Üniversite umarsız, hayalci olabileceğimiz son dönem. O da bazı azınlıklar için. Birçok arkadaşım hem çalışıp hem okuyordu. Aldığımız diploma sadece bir ünvan vermiyor aynı zamanda ‘‘artık sen bir yetişkinsin ona göre’’ diyerek aklımızı başımıza almanın vaktinin geldiğini de hatırlatıyordu.
Arkadaşlarımdan bazıları ‘‘Senin yerinde olsam hostes olurdum, ne güzel bir sürü yer görürsün.’’ diyerek iyi derece yabancı dil bilgisi avantajımı gökyüzünde kullanmamı tavsiye ediyorlardı. Oysaki benim gibi pek insan sevmeyen birine önerilebilecek en son iş insana doğrudan hizmet sektörü olmalıydı. Zaten ben evimi özlerdim. Gerçi uçmayı hep sevmişimdir. Uçmak isteyip de uçamayan bir kuş* gibi hissederek adımın hakkını fazlasıyla veriyordum. Suna. Kanatları var ama sürekli uçamıyor, sudan çok fazla uzaklaşamıyor. Ne tam göğe ait ne karaya ne suya. Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar.** yazıyordu okuduğum bir kitapta, ben de tam olarak bu şekilde hissediyordum. İlgi duyduğum tek alan dil ve edebiyattı. Sonunda bir tercüme bürosunda geçinmeme ucu ucuna yetecek bir maaşla çalışmaya başladım. İyi ki ailemin desteğiyle kiradan kurtulmuştum. Yazın ve yayın dünyasıyla içli dışlı olan Eylül, bana bazen kitap çeviri işleri yönlendiriyordu. Bu benim zevk ve titizlikle yaptığım bir iş olmuştu. Bu sayede zamanla daha çok çeviri talebi almaya başladım. Çevirilerle ve kitaplarla geçirdiğim sürenin artması benim de içimdeki yazma dürtüsünü uyandırdı. Ufak bir öykü olarak kurgulamaya başladığım olay gelişerek bir romana dönüşme yolunda ilerliyordu.
Günlerim beni hiç şaşırtmadan birbirlerine sadık kalarak birbirinin aynısı olarak geçiyordu. İşe gidiyor, İstiklâl’de dolaşıyor, eve geliyor, bitmeyen romanla uğraşıyor, Galata ile dertleşerek bazen de yalnız bakışarak uyuyakalıyordum. Bakışmak da bir tür dertleşme değil mi? Belki de en etkilisi. Arkadaş edinmek uğraşına girmiyor, geride zaman kaybı ve bolca hayal kırıklığından başka hiçbir şey bırakmayan sahte ilişkilerden kaçıyordum. Mutluluk, mutluluk bu duyguyu gerçekten yaşayıp yaşamadığınızı bile anlayamayacağınız kadar kısa, geçici anlarda vardı sadece. Mutluluk, hayatın ağzımıza çaldığı bir parmak baldı, saf bir bal değil şeker katılmış, sulandırılmış. Evimden Galata’ya bakarken zihnimi bunlar meşgul ederdi bazen de Galata Seyir Terası’na çıkar bu sefer oradan evime bakardım, çatı katındaki kız buradan nasıl görünüyor diye düşünürdüm.
‘‘Galata Kulesi’ne ilk kiminle çıkarsan onunla evlenirsin’’ derler. Ben şanslıyım ki yanımda tesadüfen bulunan tanımadığım insanları saymazsam hep yalnız başıma çıktım. Yedi katı asansörle, kalan iki katı merdivenle. Bütün katları merdivenle çıksam bana mısın demem. Kendi eski apartmanımda asansör olmadığından alışkınım. Galata’dan aşağı bakmak insana gerçekten uçma hevesi veriyor, ‘‘bir dene bakalım’’ diyerek uçacağına ikna ediyordu. Hezarfan’ı buradan şehre bakarken çok iyi anlıyordum. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde anlattıklarına ve rivayete göre 1632 yılının lodoslu bir gününde kendi icadı kuş kanadına benzer kanatlarıyla Galata’dan havalanıp Üsküdar Doğancılar Meydanı’na inmiştir. Kız Kules’nin yanından geçerken Galata’nın selamını iletecek kadar vakti oldu mu acaba? Hezarfan’ın bu girişiminden sonra kendini Cezayir semalarında bulduğu söylenir. İnsanoğlu kendinde olmayan kanatlara düşman, bütün bu kuş vurmalar belki de bundan. Mezarına cezayir menekşesi eken oldu mu acaba? Cezayir menekşesi, ölüm çiçeği… Eskiden idam mahkumlarının yakalarına takılırmış. Galata’dan aşağı bakarken aklıma gelen diğer kişi Ümit Yaşar’ın oğlu Vedat. Babasının yirmi dört kere de yapamadığını tek bir seferde yapan genç çocuk. Babasına ‘‘Öyle intihar edilmez, böyle edilir.’’ yazılı bir not ve bitmeyen vicdan azabıyla büyük acılar bırakan genç çocuk.
Galata’dan aşağı kendini uçacağını sanarak mı bırakmak yoksa yere çakılacağını bilerek bırakmak mı daha büyük delilik?
Galip Dede Caddesi’nden geçerken uzun zamandır aklımda bir başka dize:
‘‘Mecnûn gibi çöllere düşmedi fakat baktığı şehir çöl oldu.’’
Bu duygu bana bir günde bir gecede gelmedi. Ben belki de bu duyguyla doğdum. Dış dünyadaki çölleşme için zaten bir şey yapamıyordum ama içimdeki çölleşmeyi de durduramıyordum. Duyguları kuruyunca insan çiçeksiz, ağaçsız çatlamış topraklara dönüyordu. Öyle hissediyordum ki şimdi içimde bir kuyu açılmaya kalksa ne kadar derine inilirse inilsin tek damla su bulunamayacaktı. Nicedir gözümden tek damla dökülmediği gibi. Ağlamak mı zayıflık ağlayamamak mı?
Tek bir sebebi yoktu, belli bir sebebi yoktu bir anda karar verdim. Sadece yorulmuştum. İşe gitmekten, yemek yemekten, konuşmaktan kısacası yaşamaktan yorulmuştum. Bir şey beklemiyor, bir şey istemiyordum. O zaman niye vardım? Belki İstiklâl’de takım elbiseli beylerle şapkalı zarif hanımların gezdiği yıllarda yaşasaydım böyle uyumsuz ve yorgun olmazdım.
İşten izin alıp ailemi görmeye gitmek istedim, izin vermediler. Ben de istifa ettim. Nasıl olsa yakında bir işe hiç mi hiç ihtiyacım olmayacaktı. Bir haftayı ailemle geçirip geri döndüm. Onlar bilmeden ben onlarla vedalaştım. Döndüğümde Eylül’ü de görmek istedim, müsait bir zamanda mutlaka uğrayacağını, beni de evi de çok özlediğini söyledi. Günlerden çarşambaydı bir sebebi yok, hafta sonu olmasını daha fazla insanı dehşete düşürmemek için özellikle istemedim. İstiklâl Caddesi’ndeki bir mağazadan yeni aldığım %100 cotton yazan beyaz elbiseyi giydim. Bir bayram çocuğu gibi özenle hazırlandım. Geride bir not bırakmak istemedim. Düştüm mü atladım mı olaya bir parça gizem katmaktı niyetim. Defalarca çıktığım Galata’nın Seyir Terası’ndan etrafı uzun uzun izledim. Sonra tıpkı bir iskeleden denize atlar gibi kendimi boşluğa bıraktım. Hezerfan’ın ve Vedat’ın ve kuşların ruhunu yanımda hissederek. Yere çok kötü bir şekilde çakıldım. Sakin bir yaz öğleden sonrasına bomba gibi düştüm. Beni ilk fark eden karşıdaki kafelerden birinde kahvesini yudumlayan Adin oldu. Nadja adlı bir kadının hayatından esinlendiği kitabı Bosna sınırlarını aşmış, bir etkinlik kapsamında Türkiye’ye davet edilmişti. Ne yazık ki yanlış zamanda yanlış yerde kahve içiyordu. Adin şaşkınlık, korku ve merakla bana bakarken oradan geçmekte olan bir hemşire –Hicran- yanıma çoktan gelmiş artık olmayan nabzımı hissetmeye çalışıyor, ‘‘Ne bakıyorsunuz? Ambulans çağırsanıza!’’ diyerek bağrıyordu. Beni akşam haberlerine yetiştirdiler. Küçük bir kasabada dükkanın üst katındaki evinde yemek hazırlayan Özgen televizyonu açma gafletinde bulunmuştu. Haberi izleyince ‘‘büyük şehir insanı dert sahibi yapıyor, yazık olmuş’’ diyerek televizyonu kapatıp işine devam etti.
Eylül. Zavallı arkadaşım haberi alınca kahroldu, aradığında gitseydim keşke diye vicdan azabı duydu. Cenazeden sonra ailem ve Eylül evime geldiler. Eylül masada bir türlü bitiremediğim romanı fark etti. İçinden ‘‘Keşke şiir yazsaydı belki duygularını anlatabilirdi. Anlatırdı da rahatlardı’’ diye geçirdi. Annem açık kalmış penceremden uçuşan perdenin ardından Galata’ya dalıp gitti.
Sonra mı?
Sonra ne oldu bilmiyorum.
‘‘ben ki son üç gecedir intihar etmedim hiç
bilemem intihar karası bir faytonun ağışı göğe atlarıyla birlikte
cezayir menekşelerini seçip satın alışından olabilirmi ablamın?’’
Ece Ayhan/Fayton
*Frida Kahlo
**Hakan Günday- Kinyas ve Kayra
PINAR SARI COŞKUN
-SON-