Bu hikâyenin milenyum sonrası boktan zamanların İstanbul’undaki bir yazarın sigara kokan karanlık odasında ortaya çıktığını düşünebilirsiniz; ama belki de 1600’lerde yağmur damlalarının zayıflıklarına aldırmadan içeriye girmek için pencereyi zorladıkları kasvetli bir İngiltere akşamı Shakespeare’in her zaman gittiği bir barda dönemin en iyi oyuncusunun ondan oynanması zor olan bir karakter yaratmasını istemesiyle yazılmıştır. O da belki kendinden yaklaşık yüzyıl önce Cinthio’nun yazdığı “Berberî Kaptan” ından ilham almıştır. Cinthio da Binbir Gece’den birinde “Üç Elma” yemiştir de tadı hâlâ ağzındayken bu hikâye dökülmüştür dudaklarından. Kim bilir? İyi de hangi hikâye diyeceksiniz, durun en iyisi baştan başlayalım. Bu hikâye dünyanın dönmeye başlamasından bu yana geçen milyonlarca bin bir gecenin birinde yaşanmış, birinde anlatılmış, birinde yazılmış, birinde oynanmış sonra tekrar tekrar anlatılmış, yazılmış, oynanmış ve hatta filmi bile yapılmış. Biliyorum ‘‘İyi de be adam hangi hikâye?’’ diyorsunuz. Hikâye Othello! Kıskanç, deli ve pişman ve de artık ölü. Ama iz bırakan, yaşayan ölümsüz ölülerden… Ama asıl hikâyemiz bu değil tabii.
Hikâye benim Othello ile ortak noktamızı keşfimle başlıyor. Yok, ben onun gibi bir savaşçı da komutan da değilim. Ortak yönümüz her insanda olmasına rağmen bazılarının önce kalbini sonra aklını ve yavaş yavaş her bir hücresini ele geçiren bir hastalık: ‘‘Kıskançlık’’. Tıbba bile Othello’nun adıyla giren bu mikrop benim de kanımda fazlasıyla vardı. Ben kıskançlık yüzünden henüz kimseyi öldürmedim ama aynı sebepten sevdiklerimi yanımda da olduramadım. Bunu yenebilmek için gittiğim sayısız psikiyatri ve psikologtan sonra en sonunda koyulan teşhis Othello Sendromu oldu. Uzun terapiler sonucu kıskançlık duygusundan beynimin ve kalbimin bir kısmını geri alabildim. Gerçi tam olarak iyileştiğimden emin değildim, emin olabilmek için yeniden aşık olmam gerekiyordu. Bu seanslar kıskançlığımın dışında üzerimdeki isteksizlik ve tembelliği de atmamı sağlamıştı. Zihnimin açıldığını, berraklaştığını hissediyordum. Çoktandır kapısını bile açmadığım çalışma odama geri dönmüştüm. Yazı masam henüz örümcek ağı tutmamıştı abartmayayım ama toz içindeydi. Pencereyi açıp odayı havalandırdım, tozları alırken yarım kalan roman taslaklarım elime geçti. Bir sayfayı kaldırdım ışığı tuttum, satırlara göz gezdirdim. Bir zamanlar ben de yazarmışım.
‘‘Bir sayfayı kaldırdı, ışığı tuttu, satırlara göz gezdirdi. Bir zamanlar ben de yazarmışım.*’’
Aman yarabbim! Ne felâket şeyler…
‘‘Aman yarabbim ne felaket şeyler. Bir süre dudaklarını oynatarak anlaşılmaz sözler mırıldandı.*’’
Ne ağır kelimeler kimse yerinden oynatamaz.
‘‘Ne ağır kelimeler kimse yerinden oynatamaz.*’’
Bunları benden önce ‘‘Tehlikeli Oyunlar’’ oynamak isteyen ‘‘Tutunamayan’’ bir yazar ‘‘Korkuyu Beklerken’’ yazmış. Benim de bu yarım kalan taslaklarıma bakarken aklıma tam olarak bu cümleler geldi. Eski taslakları çekmecenin içine hapsettikten sonra işimi bitirdim. Sonra yeni, bembeyaz bir sayfa açtım. ‘‘Beyaz bir sayfa açmak’’ amma da klişe ha! Ama gerçekten önüme beyaz bir sayfa aldım. Bilgisayarda yazmayı sevmiyorum, ben antika bir insanım. Elim kağıdı hissetmeli, parmaklarım kalemimle iş birliği yapıp benden bağımsızlığını ilan ederek boş sayfaları fethetmeli. Ancak böyle yazdığım zaman içime siniyor. Aklımda bir hikâye vardı. Kıskançlıkla boğuşurken Othello’ya kafayı takmıştım. Hikâyesini herkes bilir. Venedik Devleti’nin hizmetinde kahramanlıklar göstermiş Mağripli komutan Othello ile Venedikli soylu bir ailenin kızı olan Desdemona’nın aşkları ve mutsuz sonları. Karısını delicesine seven Othello, Çavuş Iago’nun entrikaları sonucu karısını aşırı derecede kıskanmaya başlar ve sonunda onu boğarak öldürür. Daha sonra kendi canına da kıyar.
Benim aklımdaki hikâye şuydu; Othello’yu canlandıran ve rolüyle bağ kurmuş bir tiyatro oyuncusunun hayatını yazacaktım. Önce kahramanıma bir ad verdim: Taylan Şansal. Yoksa ona nasıl seslenecektim değil mi? Ama çok hazırlıksızdım önce gerçek oyuncuları gözlemlemeli ve onlarla konuşmalıydım. Hele Othello’yu oynayan bir oyuncu bulabilirsem çok iyi olurdu. Tiyatro sezonu on gün sonra başlayacaktı. Satışa açılan oyunlara baktığımda Othello’nun da olduğunu gördüm. Ne şanslıydım! Oyun yeni bir düzenleme ve ekiple gösterimdeydi. İlk hafta her akşam için bilet aldım. En ön sıra, dört numara… Gözlem yapabilmem için en ön idealdi, kendimi bir seyirci gibi değil de sahnenin içindeki bir dekor gibi oyunun, oyuncuların ortasında hissediyordum. Othello’yu oynayan kişi birkaç film ve diziden de tanıdığım Yiğit Alaz’dı. Boylu poslu, kara yağız, yakışıklı bir genç adam. Benim Othello’m -Taylan Şansal- görse kıskanırdı. Derken sahneye o çıktı. Desdemona. Bronz teni, beline kadar inen siyah, kıvırcık saçlarıyla olabildiğine tezat bir gelinliği andıran balon kollu bembeyaz elbisesiyle göz alıyordu. Keskin hatlı, çenesinde gamze olan karakteristik yüzü hiçbir oyun ve filmden tanıdık gelmiyordu. Othello’ya öyle odaklanmıştım ki tiyatroya girişte aldığım oyun broşüründe Desdemona’yı kimin oynadığını okumamıştım. Karanlıkta cebimden broşürü çıkarak adını okumaya çalıştım. Oyundan daha fazla kopmamak için tüm dikkatimi tekrar oyuna vererek izlemeye devam ettim. Oyuncular son derece etkileyici bir performans sergileyerek oyunu tamamladılar. Herkes gibi ben de ayakta alkışladım. Bu akşamdan sonra oyunun oynandığı her akşam dört numaralı koltuktaydım. Beşinci oyunun sonunda Desdemona da beni fark etti sonunda, bana gülümsedi. Evet evet! Kesinlikle bana gülümsedi. Yedinci oyunun sonunda selam vermek için eğilmişken bana göz kırptı. Sonraki oyunlarda oyun sırasında hep bana bakıyordu, bense onun dikkatini dağıtmamak için gözlerimi ondan kaçırmak zorunda kalıyordum. Oyunu izleye izleye bütün diyalogları ezberlemiştim. Kolaylıkla suflörlük yapabilirdim. Oyuncuların takıldıkları veya doğaçlama yaptıkları ufak yerleri derhal fark ediyordum. Her akşam Desdemona’yı hayranlıkla seyrediyordum ama Othello ile olan sahnelerine dayanamıyor sahneye fırlamamak için kendimi zor tutuyordum. Evde ise hikâyesinin oluşup devam etmesini bekleyen Taylan Şansal beni ilk zamanlar sabırsızlık ve heyecanla beklemiş, sonraki akşamlar da ise beni huysuz bir sevgili gibi tavırla karşılamaya başlamıştı. “Her gece oradasın. Benimle ne zaman ilgileneceksin, burada çok sıkılıyorum.” diyordu. Başka bir akşam: “Her akşam o oyunu izlemenin sana da bana da bir faydası yok biliyorsun değil mi?” diye soruyordu. Bunu içten içe biliyordum sanırım. “Ne yapayım başka?” “Ne mi yapacaksın? Bana mı soruyorsun? Yaratılmamış karakterler aleminde acemi bir yazarın eline düşmek için mi bekledim ben! Oyuncularla tanış, sana ilham verecek bir şeyler bulursun belki.”
Evet, Taylan Şansal haklıydı oyuncularla tanışmam iyi olurdu. Önce tabii ki Desdemona ile tanışacaktım. Bir akşam oyundan sonra elimde beyaz güllerle kulise gidip kapıyı tıklatıp açacaktım: “Desdemona Hanım” yok bu olmadı.“Merhaba Desdemona”
Gülümseyerek bana bakacak: “Buyrun, aa siz miydiniz? Ben de çekingenliğinizi yenip hiçbir bir zaman bir adım atamayacağınızı sanıyordum. Nihayet tanışmaya cesaret ettiniz, diye konuşmaya başlayacaktı.
Yok, yok kulis olmaz en iyisi tiyatro çıkışını beklemeliydim. Arabasına doğru giderken: “Bir dakikanızı alabilir miyim?”
Bu sefer de onu biraz korkutmuş olacaktım. “Lütfen korkmayın özür dilerim, kötü bir niyetim yok. Sadece sizinle tanışmak istiyorum. Bir oyuncunun hayatını ve oynadığı rolle kurduğu bağlı anlatan bir kitap yazıyorum. Bu sebeple müsait olduğunuz bir gün bana yardımcı olabilir misiniz?”
Evet, bu iyiydi işte böylece onun ilgisini çekebilecektim. “Siz şey değil misiniz? Dört numara. Kusura bakmayın adınızı bilmediğim için koltuk numaranızla hitap ediyorum.” “Ben de bir Othello’yumdur belki de.” “Sizin de beni öldürme gibi bir niyetiniz yoktur umarım” diye gülecek. “Ben yazar Oktay Birgen,” diye kendimi tanıtacaktım.
Sohbetimize o akşam bir kahve eşliğinde, bir başka akşam bir yemekte ve sonraki akşam ve sonraki akşam da ve her akşam devam edecektik.
Taylan Şansal’ın “Salak herif! Onunla değil Othello ile yani Yiğit Alaz ile tanışman gerek.” diyen sesi beni daldığım hayallerden uyandırıp kendime getiriyordu. “Artık aklımı okumaya da mı başladın? Hayallerimde bari rahat bırak.” “Doğru söylüyorsun senin benim düşün celerimi okuman gerekirdi ama sayende bu gidişle hikâyemin hem kahramanı hem yazarı olacağım.”
Bu tanışmaya bir türlü cesaret edemedim. Taylan da her gece söylenip duruyordu. “Yeteneksiz, zavallı korkak… Yazamayacaksan bırak o zaman beni, başkasının hikâyesine gideyim. “Zaten canım sıkkın, kes sesini. Seni ben yarattım canım isterse ben yok ederim.”
“ Hahaha. Nasıl?” “İşte böyle” diyerek çöp kutusuna attığım kağıtları tutuşturdum. Othello’mu kendi ellerimle yaktım.
Ertesi akşam sezonun son oyunu oynanacaktı. Bu son şansımdı. Rahatlamak için oyundan önce birkaç kadeh bir şeyler içtim. Yine de oyun boyunca gergindim yerimde kımıldanıp, öksürüp, genzimi temizleyip durdum. Arada yanımdakilerin bana dik dik baktıklarını fark ederek kendimi kontrol etmeye çalışıyordum. Oyun bittikten sonra bütün cesaretimi toplayarak kulise girmeye çalıştım ama başaramadım. Oyuncuların ön kapıdan değil arka kapıdan çıktıklarını öğrenmiştim gidip orada beklemeye başladım. Önce Othello –Yiğit Alaz- yanında bir kızla çıktı, hemen arkalarından gelen kıza:
“Gökçe, sen de geleceksin değil mi?” diye seslendi. Seslendiği kızın yüzü Desdemona’yı andırıyordu ama saçları kızıldı ve belinde değil omuzlarındaydı. Siyah bir tayt ve siyah deri ceket giymişti. Desdemona beyaz elbisesiyle gökten inmiş bir peri, bir prenses, bir azize, bir gelin gibiydi. Birden kızın karşısına dikilip: “Siz Desdemonamsınız?”dedim. Hepsi gülüştü. “Evet ama şimdi Gökçe’yim.” Yürümeye devam edeceği sırada tekrar durdurdum. “Beni tanıdınız mı? “ Hayır, tanışıyor muyduk ki?” “Ben dört numara”
Ben bunu söyledikten sonra hepsi gülüştü. Yiğit Alaz araya girerek: “Hadi arkadaşım yeter bu kadar.”
Tekrar kıza yöneldim: “Yalan söylüyorsun sen o değilsin. Saçların, elbisen…”
Kendimi kaybedip “Desdemona nerede onunla konuşmam gerek” diye bağırmaya başladım. Birden yüzüme inen yumrukla kendimi yerde buldum. Othello gerçekten güçlüymüş, eli de ağırmış. “Yiğit ne yapıyorsun? Yazık adama, rezil olacağız. İyi misiniz?” “Beyaz elbisesi vardı Desdemona’nın siyah uzun saçları” “Ya bırak şu ayyaşı görmüyor musun kafası gitmiş. İçip içip tiyatrodan başka gidecek yer bulamadın mı?”
Başımı kaldırımın kenarına çarpmıştım, başımdan yanaklarıma, yanaklarımdan boynuma ılık bir şey akıyordu.
Bu kahramanım yazar Oktay Birgen’i son gördüğüm geceydi. Kahramanım bir roman yazacakken aşık olmuş, kontrolden çıkmış, her şeyi berbat etmişti. Önce kendi kahramanını –Taylan Şansal-ı sonra kendini yok etmişti. Hikâye böyle bitmeyebilirdi, Oktay Birgen’i düştüğü yerden kaldırıp yarasını iyileştirebilirdim. Ama:
‘‘Hangi yara birdenbire iyileşmiştir?**’’
* Tehlikeli Oyunlar- Oğuz ATAY
**Othello- William SHAKESPEARE