AYLAK DERGİ

AYSUN POLAT

TERS VAGON

      Dört saatlik yolculuk başlayalı çok olmuştu ama daha hikayeyi başlatamamıştı. Bilgisayarı önünde bir saati geçkin bir süredir duruyordu, ilk paragrafı bile yazamamıştı. Hep böyle olurdu. Yazı akana kadar belirsiz bir süre geçmesi lazımdı. Daha ilk cümleleri yazar yazmaz yazının ruhuna girebildiği hiç olmamıştı. Birdenbire o his gelirdi. Biraz puslu bir histi. Ne yazacağını bilmez bekler,  kelime denemeleri yapar, biraz isimleri düşünürdü. En az anlatacakları kadar karakterlere verdiği isimler de önemliydi onun için. Hangi romanda hangi isimleri kullandığına dair bir dosyası bile vardı. Her biten bölümde bu klasöre girerek içinde geçen karakterlerin isimlerini mutlaka yazardı. O an sanki metrelerce yüksekteki dağın zirvesine çıkmış gibi bir haz duyardı. Bu da onun en sevdiği yazma ritüeliydi. Belki de şu dünyadan birkaç insanın daha yükünü atardı. Çünkü onun öyküleri mutlu sona mahkumdu.

      Aksi gibi çaprazında oturan çıplak kafalı adam sürekli sayfadan sayfaya geçişler yapıyor, parmakları klavyede yağ gibi akıyordu. Harflerden çıkan ahenkli sesler onun iştahını kabartmak yerine sinirine dokunuyordu. İkisinin de yan koltuğu boştu. İkisinin de önünde bilgisayar vardı. İkisi de cam kenarında oturuyordu ve aşağı yukarı aynı yaştalardı. Ama o kafasını kaldırmadan insanüstü bir yetenekle, sadece parmaklarını ve gözlerini kullanarak dünyanın en ehemmiyetli işini yapıyor gibi konsantreydi. “Bu adamdan bir şeyler çıkarabilir miyim?” diye düşündü; ama zihni, ağzına bugün kilit vurmuş gibiydi.

    Sekizinci vagondan bilet almıştı. En kalabalık vagon buydu. Tüm yolcuların olması halinde 63 kişi olacaktı. Koltuk numarası 1/a idi ve tersten gidiyordu. Bütün bunları özellikle seçmişti. Tam makinistin arkasındaki vagon ve ilk sıraydı. Ona ilham verebilecek bir telsiz konuşmasına denk gelmeyi ya da oluşturduğu karakterlerden birine yaşatmak isteyeceği değişik bir olay duymayı umuyordu. Ayağa kalkıp cafeterya bölümüne gitmek istediğinde görmek istediği hiçbir yolcuyu kaçırmayacaktı. Çünkü cafeterya birinci vagondaydı. Ah! Herkesin önünden sırayla geçmek, bu kadar farklı insanı aynı anda ve yan yana görmek onun için gerçek bir heyecandı. Ruhumuzun bilerek ya da bilmeyerek beslendiği şeyler vardır. O da insanlardan besleniyordu, insanlar onun laboratuvarıydı.

      Her yeni roman öncesi bir tren bileti alır, kitabın omurgası dediği ve sonradan yazılacakların üzerine temellendiği ilk kelimelerin doğumunu burada yaptırırdı. Burası bazen treninin sessizliğini yırtan bir bebek ağlaması, burası bazen indiği şehirde tenini öpen ilk kar tanesi olurdu. Burası bu sefer neredeydi, ne zaman bulurdu kendini bilmezdi. Sadece hissederdi. Bedenindeki idden gelen bütün şımarıklığı, bütün bencilliği, bütün huysuzluğu ve sabırsızlığıyla hissederdi sadece. İdden fısıldanan o kelimelere tüm hücreleriyle çekildiği an yazmaya ve bedenindeki ‘hemen, şimdi’ diye tutturan o çocuğu da doyurmaya başlardı.

      Tavana yatay şekilde monte edilmiş ekran Ankara’ya yaklaştıklarını söylüyordu. Yolcular hareketlenmeye ve montlarını giyip yukardan el çantalarını almaya başlayınca o da yerinden kalktı. Dört adımda valizine ulaştı. 

      Kapı açılıp tren ile peron arasındaki boşluktan valizini indirip biraz ilerlemişti ki bir ses duydu. Bir yolcu sesleniyordu, önce üstüne alınıp hiç bakmadı. Bir iki saniye geçmemişti ki seyahat boyunca izlediği, sürekli bilgisayarda çalışan erkek yolcunun koşturarak kendisine yaklaştığını gördü. Aynı anda adam nazikçe sordu: ‘Hanımefendi o bavulun sizin olduğuna emin misiniz?’ Genç kadın kabalık denebilecek bir tonda evet dedi, yürümeye devam etti. Elindeki bavuldan daha çok bilmediği bir şehrin ve başlayamadığı bir hikâyenin gerginliğini taşıyordu, bu yüzden adamı umursamadı. Adam daha da nazikçe bu sefer şöyle seslendi: ‘Hanımefendi o benim bavulum ama…’ Genç kadın kendinin bile beklemediği bir hamleyle durdu. Bavula baktı, kendisinin değildi. Özür diledi. İstemsizce ‘Peki benim bavulum nerede?’ dedi. Adam da kendisine eşlik etti ve tekrar trendeydiler.

       Şu an olmasını istediği en son şey bu aksilikti. Adam da bunu fark etmiş olacak ki nazik ve yardımsever olmaya devam ediyordu. Bavulu hemen buldular, zaten tek bavul kalmıştı. Ama nedense gördüğü bavulun kendisine ait olup olmadığı konusunda emin olamıyordu. Adam sakince ‘isterseniz fermuarını açıp bakın, içindeki eşyalardan sizin olup olmadığını anlayabilirsiniz.’ dedi. Bu basit fikri düşünemeyecek haldeydi, duyar duymaz hemen küçük fermuarı açtı. Saç fırçasını görünce bu kadar rahatlayacağını bilemezdi herhalde.

      ‘İsmim Rıfat, bu istasyonda makine mühendisi olarak çalışıyorum, eğer bundan sonra bir sorun yaşarsanız elimden geleni yapabilirim. Teknik personel odasındayım, birinci katta. Hoşçakalın.’ dedi ve aynı sakinlikle uzaklaştı adam. 

      Genç kadın hemen oturabilmek için bir bank, bir merdiven, bir çıkıntı aradı. Gözlerinde, yakaladığı bir şeye daha yakından daha dikkatle bakıp, ona sahip olduğunu hissetmeye duyduğu ihtiyacın korkusu vardı. İlk paragrafı bulmuştu, neden bulamadığını da bulmuştu. Çünkü bu yolculukta hiç isim düşünmemişti, hikâye kendini bu yüzden ona vermemişti. Çünkü isim de karakterde bu sefer kendini ona hediye edecekti. Hikâye kendini ona yaşatarak yazdıracaktı. Bazen kendisi hikâye, bazen hikâye kendisi olacaktı. Bunları bilmeden kendini harflerin ılık gövdesine bırakarak yazmaya başladı.

BİRİNCİ BÖLÜM

      Genç kadın, Rıfat’ı o tenha ve hırpalanmış istasyonda bekliyordu.

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.