SÖYLEŞİ: ÖZDEN ATASAGUN ÇELİK
F. Gül Özen ile Dionysus Yayınevi’nden çıkan Parçalanma – Schadenfreude isimli romanı hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sevgili Gül, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğin için Aylak Dergisi adına sana çok teşekkür ediyorum. İlk kitabın Parçalanma – Schadenfreude ile edebiyat dünyasına giriş yaptın. Okurların seni daha iyi tanıması adına bizlere biraz kendinden bahseder misin, F. Gül Özen kimdir?
Aylak Dergisi’ndeki distopik öykülerini, söyleşilerini ilgiyle takip ediyorum sevgili Özden. Böylesi ince işlenmiş nitelikli bir yayını kültür sanat hayatına kattığınız için sana ve tüm ekibe teşekkür ederek başlamak isterim. Gül’ü profesyonel bir göçmen, felsefeye, psikolojiye, edebiyata meraklı bir okur, dördüncü dilinde meslek hayatına yeniden başlayan bir pedagoji öğrencisi, bir çocuk ve kedi annesi… olarak tanımlayabilirim. Sıralama farklı personaları açtıkça uzar gider elbet.
Türkiye’de doğup büyüdükten sonra yaşamına yurt dışında, farklı ülkelerde devam etmenin sana sağladığı katkılar ya da yaşattığı sıkıntılar nelerdir? Bu sosyal değişikliğin sendeki etkisi ne oldu?
23 yaşımda Viyana’ya siyaset biliminde yüksek lisans yapmak amacıyla geldim. Ardından Helsinki, Heidelberg, İstanbul, Stuttgart ve sonunda Danimarka’ya taşındım. On beş yılın Z raporuna baktığımda bu göç hattının bana kattığı en güzel şey, bir odada dünyanın dört bir yanından insanların bir arada hoşgörü ve dayanışma içinde geçindiğini görmek oldu. Üç dil öğrenmek ve farklı kültürlerin pratik ritüellerine karşı ön yargılarımın kırıldığını görmek, yine benim için bir dönüşüm oldu.
Sıkıntılar elbet göç olmadan da hayatta karşılaşacağımız bir zorunluluk. Karşılaştığım bir güçlüğü bilhassa göçün sıkıntısı olarak görmemeye çalışıyorum. Bu nedenle bir yerde lokal hissedebilmek için önce dil öğrenimini önceliyorum, sokakta sıradan bir insanla sohbet edebiliyor olmak ‘dışlanmışlık – yabancılık’ hissini azaltıyor. Tabii doğal gerçeklik olarak sosyo-kültürel çevre inşası zaman aldığı için geride bıraktığınız ailenizi, dostlarınızı özlüyorsunuz. Bir de Türkçe iletişimi özlüyorsunuz.
Dünya kadınlarına armağan ettiğin kitabını yazmaya nasıl karar verdin, seni tetikleyen etken neydi?
İstatistikler kadınların daha fazla psikotik rahatsızlık yaşadığını söylüyor. Bunun nedeni, bir kadının hayatı boyunca bir erk’in tahakkümü altında kalması, toplumsal olarak da kişiliğinin bastırılması. Açığa çıkamayan kendilik inşası sonunda ruhsal bütünlüğün parçalanmasını getiriyor. Deliliğin kadındaki yansımalarına edebiyatta Virginia Woolf, Sylvia Plath, Tove Ditlevsen, Joanne Greenberg, Lara Jefferson, Tezer Özlü, Aslı Erdoğan, Nilgün Marmara… yazılarında aşinayız. Bu ezilmişliğin feminist boyutunu oluşturma çabasından ziyade, aile içi toplumsal cinsiyet rollerinin de etkisiyle doğal bir sonuç olarak önüme düştü. Roman konusunun birden fazla çıkış noktası olduğunu söylemeliyim. Ancak kadın ve delilik başlığında bir Medea’nın etkisinden bahsedebiliriz Canik’in ortaya çıkışında. Yani burada bahsedilen C. G. Jung’un arketipleri anlattığı olumsuz anne kompleksidir aynı zamanda, kolektif bilinçdışında da bir aktarım söz konusu. Jung’un psikanaliz vakalarını hasta diyaloglarıyla yazdığı bir kitabında incelediği bir kadın hastasının kendi anneliği, farkına varamadığı deliliği ve belleğinde yarattığı boşluk oldukça ilgimi çekti. Bu psikolojik yükün tüm dünyadaki kadınların ortak derdi olduğunu düşünüyorum.
Kitabın kapağında yer alan “Schadenfreude” kelimesi çok dikkat çekici bir ayrıntı. Schadenfreude ne demek, bu kelimeyi kullanmak aklına nasıl geldi?
Schadenfreude’nin Almanca kökeni Schaden; zarar ziyan, bela demek, Freude de; sevinç, zevk anlamında. Bir başkasının başına gelen zayiata sevinmek anlamında. Aslında baştan Parçalanma adıyla yola çıktı roman. Canik, psikotik yanı belirdikçe bir suç sarmalına kapıldı ve duygulanımları bu tepkimeyi yarattı. Canik kendini ortaya koyduktan sonra dönüp baktığımda olanın Schadenfreude olduğunu gördüm. İlkel erginlenmede olduğu gibi bu adı kendi edimiyle aldı Canik.
Kitabında yer alan göç, delilik, terk edilmişlik, çocuk istismarı gibi ağır psikolojik konuları çarpıcı bir gerçeklikle işlemiş, ustalıkla kaleme almışsın. Yazma sürecin nasıl gelişti ve bu süreç ne kadar sürdü, beslendiğin kaynaklar neler oldu?
Hakikaten derin meselelerdi, okumanın zor olduğunu duydum çoğu geri bildirimlerden, yazmak daha zordu diyebilirim. Onur Orhan ustamın öykü atölyesinde ben hep roman yazma girişimleriyle yazdığım öyküleri uzun süre sabote ettim. Sonra bir gün Onur Hocam da “O romanı yaz” deyince, hikâye tefrikalar hâlinde atölyede döküldü. Birkaç hafta sonra atölyeden ayrılıp roman yazma sürecine kapandım. Disiplinli bir tempo tutturmuştum. Bir hafta psikolojik okumalar yapıyordum. Bir hafta da bir bölüm daha ekleyerek yazıyordum. Toplam sekiz ay gibi bir sürede ana taslak bitmişti. Ardından revizelerle demlenerek iki yıl geçti. İki buçuk yıl sonunda Dionysus Yayınevi’ne gönderdim ve editörüm Tuncay Bilecen’le paslaşarak bir altı ay daha düzenleme sürecinden geçirdik. Üç yıldan az bir zamanda yayımlanmış oldu. Çok fazla eser gözden geçirdim, Almanca ve İngilizce kapatılma kayıtları izledim, sanatın her dalı sürece dahil oldu.
Kitabının ilk bölümü sıradanlıktan çok uzak, yazım dili de keza öyle. Sanki özellikle bu bölüm için seçilmiş özel bir dili var. Bölüm, otel otel çocuğunu arayan bir kadının telaşıyla başlıyor. Okurken, rüya mı görüyor? Diye düşünürken bu geçişler sonunda kadının çocuğunu öldürdüğünü sandığını öğreniyoruz. Otelin burada bir anlamı var mı ya da otel neyi temsil ediyor?
Bu dil ayrımını belirtmen kıymetli, tam olarak bunu yapmak istedim. Okurun kendi imgelemini manipüle etmek istemem, bunu ister bir sanrı ister bir rüya olarak okuyabilirler pekala. Burada özellikle bir sembol ya da metafor belirlemedim, belki otel imgesini göçebelik üzerinden görebiliriz, yine başka bir okur bunu sığınma olarak yorumlayabilir. Açık yapıt gereği tamamen okuyanın yorumuna bağlı. Esasen annelik ve kompleksi de tartışılması gereken bir boyut.
Canik, göçmen bir kadın. Bir klinikte psikiyatr asistanı olarak çalışıyor. Hastalarının travmalarıyla kendi geçmişi ve bugünü arasında gelip giden, kendi travmalarının yüzeye çıkmasına neden olan ve ruhunda çatışmalar yaşayan, gerçeklik bilinci gün geçtikçe zayıflayan, göçmen kimliğiyle hayata tutunmaya çalışan bir karakter olarak görüyoruz. Sevgili Gül, bu karakter nasıl ortaya çıktı?
Tiyatro ve edebiyat eserlerinde kadın karakter eksikliği beni rahatsız eden bir konudur. Bu nedenle ana karakterin kadın olması kaçınılmazdı. Deliliğin tarihini araştırmamsa yakın bir dostumun depresyonuna tanıklık etmemle oldu. Durup dururken Yağmur Ormanlarındaki kıyımı inceleme dürtüsü gelmez ya da içinde değilseniz bundan bahsetmeniz bir başkasının ilgisini çekmez. Irmak Zileli’den duyduğum bir tabir: İnsanın dili, ağrıyan dişine gider. Böyle bir psikolojik araştırma saikiyle bilinç akışı ve iç görü yöntemleriyle ruhsal bir bunalımın dönüşüm evrelerini anlamak istedim. ‘A woman under the influence’ (Etki Altında bir kadın) filminde bu ruhsal çöküş güzel anlatılır, sınıfsal ve yine cinsiyet rolleriyle toplumsal baskının kadını getirdiği nokta ne kadar şizofreniktir? Deleuze ve Guattari’nin Şizofreni ve Kapitalizm kitabında belirttiği gibi; Kapitalist düzenin karşısında yer alanlar ancak şizofrenlerdir, diyerek anti-psikiyatriden söz ederler. Canik de bir ruh doktoru olma yolunda ilerlerken raydan çıkar.
Romanın renkli karakterlerinden biri olan Memo’dan da biraz bahsetmek istiyorum. Memo, klinikte Canik tarafından tedavi edilmiş bir karakter. Suçlu iken deli numarasıyla kliniğe yatan, hapishanede vakit geçirmektense delilerin dostu olmayı yeğleyen mizahi bir karakter. Onu tanıdıkça eğlenceli halinin altında yatan şeyin, kan davası sonucu amcasını öldürmüş bir suçlu olduğunu görüyoruz. Canik, diğer hastalarına davrandığı gibi onu da cezasız bırakmıyor sonunda.Canik’in gözündeki Memo, sevgilisi Kristof ile anıları arasında köprü olan biri. Böyle olduğu için mi cezalandırıldı yoksa çocuklukta yaşadığı tacizin etkisinin sonuçlarından birisi miydi?
Merak gıdıklayan bir genel bakış derlemişsin, bence yorumların oldukça değerli ve güzel. (:
Sürükleyici ve etkileyici bir dilin var. Okurken birçok duygu durumunu bir anda yaşamak mümkün. Okuyucuyu sarsan, bilinç akışıyla ilerleyen bazı bölümler var. Kitabı bitirdikten sonra yarattığın karakterin, okuyucuyu etkilemeye devam ediyor. Canik karakterinin ve kitabın sendeki etkisi ne oldu?
Bunu evde yazarken kahrımı çeken kişilere sormak gerekir aslında (: Şaka bir yana Canik’in içinden geçmek acı doluydu. Bu acıya bakma cesaretiyle ortak yaraların köküne inmeyi deneyimledim, bu da beraberinde bir dönüşüm getirdi. Diyalektik olarak sevginin kaçınılmazlığı üzerinden de ilerledim. Hemingway’in “All cowardice comes from not loving, or not loving well…” (Tüm korkaklıklar yeterince sevilmemekten) sözünü sıkça hatırladım.
Son olarak, ilk kitabının ardından gelen başarı, ikinci kitabının doğumuna ışık oldu mu?
Başarıyı bilemem ama, yeni fikirler kovaladığımın müjdesini salık verebilirim. Bu samimi sorularla kendimi anlatma fırsatı verdiğin için tekrar teşekkür ederim.