AYLAK DERGİ

GÜN DOĞUMU

-Râ insanların bedenlerini, gözünün ağlayışları ile yaptı*…-

 ‘‘Yapmadım.’’ dedi. Koyu yeşil hareli gözlerini henüz mavileşmemiş denizin üzerinde yükselmeye başlayan güneşten ve ufka doğru ağır ağır yol olan kayıktan ayırmadan. Kafasında kalan bir tutam beyaz saç serin sabah rüzgarıyla titreşiyordu. Ürpermişti. Düğmesini deliğe geçirebilmek için bir hayli çaba sarf ettiği gri hırkasının içinde küçücüktü öyle ki hırkasının uzun gelen kollarını dışarıya kıvırması gerekmişti. Yaşlanmak, git gide ufalarak yok olmaktı. Yaşlanmak; hayattan umduğunu bulamamanın ve artık bulamayacağının farkına varmış olmanın acısıyla kahrolmaktı. Yaşlanmak; dünya tarafından öğütülüp posa olarak bir kenara atılmaktı.

 Sahilde başka yer yokmuş gibi gelip benim yanıma oturmuştu. İçimden: ‘‘Sabahın bu saatinde bile yalnız kalmama izin vermiyorlar.’’ diye geçirirken üstüne üstlük bir de konuşmaya başladı. Gerçi benimle mi konuşuyor kendi kendine mi anlamış da değildim.

‘‘Yapmadım, yapmadım işte.’’ Derin bir çekti, bekledi. Ben sormadım ama o anlattı. ‘‘Bugün eşimi kaybedeli yirmi gün oluyor. Onunla hiç sabah yürüyüşüne çıkmadım, bir sabah manzarasına dalmadım. İnsan yetmiş küsur yıl yaşar da gün doğumunu hiç mi izlemez?’’        -İnsan çok daha fazla yaşar da daha neler neler yapmaz.- Başka bir gün der, başka bir gün… Sonra, sonra, sonra… Sonraya bıraktıklarımız çoktan sonlanmış oluyor biz yetişemeden. 

Tek bir kelime bile etmedim. Bazen olur öyle içimden cevap veririm sadece. Ağzımı açsam derdim ki: ‘‘Güneş doğan bir şey değildir -Tanrısı Râ gibi- ve hâliyle batmaz da sadece dünya döner kendi etrafında; tıpkı bizler gibi. Eşine gelince de yaşama telaşından kurtulmuş işte, üzülme eminim bizlerden daha iyi bir yerdedir.’’ Sanırım pek uygun kaçmazdı. Sinir bozucu gerçekçi kişiliğim birine teselli verme kabiliyetimi yok ediyordu. Kaç kişinin yerine üzülebilirdik zaten kendi üzüntülerimiz içimize sığmazken? Nietczhe değiliz ki kırbaçlanan ata sarılıp ağlayalım. Şu zamanda atı kırbaçlayan olmamak kafi. İnsan olmanın başkasının acısını duymak, paylaşmak olduğu zamanlar çoktan geride kaldı. Bencil, ruhsuz ve de kalpsiz bir zaman. Herkes kendini iyileştirmenin derdinde başkalarının acılarından kaçar hâlde. Ve bunun için de var çoktan yazılmış değerli bir tavsiye: ‘‘… her önüne gelene dirsek atabilen katı bir İstanbul yüreği; özü bencillik, özü salt kendini kurtarma olan bir İstanbul öğretisi gerek.**’’ 

Ancak bize salt kendimizi kurtarmak da yeterli gelmiyor, bizi bu da tatmin etmiyor artık istiyoruz ki kendimiz haricinde kimse kurtulamasın. Kulaklarımızda bir senfoni orkestrasının çaldığı bir klasik gibi başkalarının yardım çığlıkları çınlasın.

Dertleşecek doğru kişi olmadığımı anlamış olacak ki usul usul doğruldu, sağ eliyle belini tuttu. ‘‘Sonraya bırakma.’’ dedi giderken. Yine cevap vermeyerek kendisini sessizlikle uğurladım.

 Ben buraya gün doğumunu izleyip romantik hayaller kurmak için gelmiyordum; sabah serinliği uykumu açıyor ve bütün gün masa başında oturacağım işime gitmeden önce biraz yürümek iyi geliyordu. Ama tabii yine de teorik olarak düşünürsek bu ihtiyar gibi gün doğumunu sonraya bırakmış da sayılmazdım. Çoğu şeyi sonraya bırakmıyordum evet ama hiçbir anı da tam olarak yaşayamıyordum sanki. Nereye gitsem ne işe elimi atsam içimdeki aceleci biri sürekli kolumdan tutup çekiştiriyor, diyor hep: ‘‘Haydi! haydi!’’. Hiçbir yerde huzur vermeyen bu ses neydi? Beni neye, nereye yetiştirmeye çalışıyordu? 

 Bekleyememek; beklenilenlerin hiç gelmeyecek olanlar olduğunun bilinçaltına erişmesinden sebeptir belki ama bu gerçeğin henüz bilince erememesi. 

Kendi cümlelerinin bitmesini bile bekleyememek. Ve sonra doğru yer doğru zamanda küstükleri için dile gelmeyen doğru sözler. ‘‘Söyleyemedim ben hiç ama sen duy beni’’ler. Söylediklerimiz kadar söylemediklerimizden de sorumluyuz; o yüzden içimden konuşmayı acilen bırakmalıyım.

 Yapmadım.

Oturduğum yerden kalktım, bu sabah burada çok oyalanmıştım. Açığı kapatmak istercesine hızlı hızlı eve doğru yürümeye başladım. Daha aşılacak bir trafik, gidilecek bir iş vardı. Karşıdan karşıya geçmemi kaldırımın kenarında biriken kalabalık engelliyordu. Ama onlar karşıya geçmeye çalışmıyor, yerde yatanı görmeye çalışıyorlardı. İçlerinden bir kadın: ‘‘Yeşil yanıyordu. Birden önüme atladı.’’ diyordu. Etrafını saran ayakların arasından gri hırkalı bir bilek uzanmıştı bir eli tutmak ister gibi. Diğer bileği bir adamın avuçlarının içindeydi. ‘‘Nabız yok.’’ dedi. Daha fazla ertelememişti işte beklenildiği yere gitmeyi. 

Onunla sohbet etsem belki şu an yanımda yürüyor olurdu ama…

Yapmadım.

Zaten yaşlıydı.

Ve belki de insanların umursamazlıklarından bıkmıştı.

  *Mısır’ın Ölüler Kitabı -Albert Champdor

** Fikrimin İnce Gülü – Adalet Ağaoğlu

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.