Reçine kokusu, yükseğe çıktıkça daha mı yoğunlaşıyor? Nasıl güzel kokuyor, içime çekmeden duramıyorum. Cırcır böceklerinin sesi de karışınca Kındılçeşme’yi hatırlıyorum. On beş gün kaldığımız, çam ağaçları ve cırcır böceklerinin sesinin altında, çadırda yaşadığımız o güzel günler zihnimde canlanıyor. O dönem araba da yok. Küçük otobüslerle, aktarmalı yolculuğun bitiminde çadır kampına ulaşırdık. Şimdilerde bu kadar çok eşya ile aktarmalı bir yerlere gitmeye, kimse cesaret etmez. Düşününce annem ve babamın cesareti, hayranlık uyandırıyor. Ki bizim birer küçük çocuk olduğumuzu da göz önünde bulundurursak bu gerçekten etkileyici. Bu kadar cesaretli ve istekli olamazdım ben, yorgun ruhumla bu dağa çıktığıma razıyım, derken gözlerim ufuk noktasına kayıyor. Renkleri, diyorum. Çok güzel ve bana kendimi iyi hissettiriyor.
Çok erken çıkmıştım yola. Çıkarken biraz pişman olmuştum ama iyi ki vazgeçmemişim. Gökyüzünün kızıldan, pembeye sonra turuncuya ardından sarıya geçişini izlemek keyif verici. Rahmetli dedem çocuklarını gün doğarken uyandırır, “Sabah güneşinin bereketi üzerinize olsun.” dermiş. Hakikaten o saatlerin enerjisi daha başka. Ama her zaman o saatlerde uyanmaya da üşeniyor insan. Yürüdükçe zihnim açılıyor, anıdan anıya sıçrarken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Açılan ciğerlerimle daha rahat soluduğumu hissediyorum. Bacaklarımdaki ağrıyı saymazsam, bedenim de hareket ettikçe hafifliyor sanki. En son ne zaman böyle hissetmiştim? Düşününce burnumdaki sızı gözlerimi yakıyor. Nefes alıyorum sanki içimdeki tüm olumsuz düşünceler çıkıp gidecekmiş gibi tüm hızımla geri bırakıyorum. İçime birden sıkıntı giriyor, böyle zamanlarda düşünmek istemediğim yerlere gitmem, nedense daha kolay oluyor.
Yıllarca pencere ardından izlediğim dağlara bakıp orada olmanın hayalini kurdum. Dün gece oraya gitmek yerine neden sadece hayal ettiğimi sordum kendime. Verdiğim kararla şimdi buradayım. Çıktığım dağ öyle sapa, yolu belli olmayan bir yer de değil. Asfalt bir yolu var, dar ve döne döne yükseliyor. Keskin virajlarından dolayı araçlar temkinli ilerliyor. Aslında tanıdık da buralar. Çocukluğumda ailemle birlikte her pazar gelir, piknik yapardık. Piknik alanları daha yukarıda ama. Oraya kadar tırmanamam. Bu defa inerken zorlanırım. Her pazar, tüm ilçe neredeyse buralarda olurdu. Tanıdık simalar, sohbetler, yemeler, içmeler… Akşama kadar otururduk sonra herkes yavaş yavaş evinin yolunu tutardı. Mazide kaldı şimdi hepsi. Çoğu hayatta bile değil. Piknik alanları hala var mı ya da piknik yapmaya devam edenler var mı? Bilmiyorum. Kalabalığın sesi kulaklarımda hayali çınlarken etrafın, kuş ve böcek sesleri dışında ne kadar sessiz olduğunu fark ediyorum. Böylesi daha iyi, daha huzur verici. İnsan görmeye, onlarla muhabbet etmeye henüz hazır değilim. Yolun etrafı, gökyüzüne doğru uzanan ardıç ve çam ağaçları ile kaplı. Zeminindeki çimler, çalıların altında halı gibi yayılmış. Baharın taze yeşilliğinin içinde olmak güzel ama asfaltta yürümek daha güvenli ve kolay geliyor bana.
Tek başıma olma fikri ilk başta ürkütmüştü. Ruhumun bu yolculuğa ihtiyacı olduğunu biliyor ama, adım atmaktan da çekiniyordum. Uzun yıllar yalnız kalmayan ve her ortamda iki kişi olan ben, artık bir başıma kalınca her şeyi iki kere düşünüp hesap etmeye başlamıştım sanki. Kocaman bir boşluğun içini neyle dolduracağımı bilemediğim, bolca bocaladığım, sızlandığım ağır bir dönemden geçtim. Soğuk bir duş etkisi yaratmıştı varlığımla yeniden karşılaşmak. En zorunu atlattığımı sandıklarım vardı bir de. Şimdilerde zorluğu yaratanın kendi fikirlerim olduğunu biliyorum. Düşünce gücü, her şeyi inşa ederken yıkabiliyor da. Halit, “Bensiz yapamazsın, adım bile atamazsın.” deyip gülmüştü. İnanmıştım başlarda, her şeyine kolay kandığım gibi. Güler yüzü ve tatlı diliyle ne çok baskı yaptığını düşündükçe içim ürperiyor. Neyse geçti, gitti ve bitti. Derin bir nefes alıyorum, rahatlıyorum.
İnsan en çok kendi içinde konuşurmuş. Bunu da yeni yeni fark ediyorum. Hiç mi yalnız kalmamışım yıllarca, hiç mi kendi varlığımı hissedememişim? Birbirine hasret kalmış iki insan gibiyiz kendimle, konuştukça konuşuyoruz. Tam iyileşiyorum diye seviniyorum, onun sesini duyuyorum. Hiçbir şeye hayır demeyen ama, olumlu bir adım da atmayan o varlığı bir kez daha aklımdan savuşturuyorum. Adımlarım daha çok hızlı, daha sert basıyor şimdi zemine. Ayak bileğimde bir yangı oluşuyor sonra, yavaşlıyorum. Esinti başlıyor, hafif ve ılık. Onunla birlikte yaklaşan koyun sesleriyle yüzümde bir gevşeme oluyor. Ses sanki ağıl kokusu da yanında getiriyor. Belki de ben geldiğini sanıyorum. Muhtemelen öyle çünkü yakınlarda görünen hiçbir şey yok. Kokuyu içime çekerken yeni rotam çoktan belli. Asfalt yoldan sapıp bilmediğim yerlere gitmek, biraz endişelendiriyor. Yabancı bir yerde olmanın vahşi tadı ise çok çekici hissettiriyor. Sesleri giderek daha net duyuyorum. Sıcak, iyice bastırmış durumda. Oysa henüz nisandayız. Bu şekilde hareket etmem zor, imkânsız yani. Biraz dinlenmem lazım. Tırmandığım alan çalılıklarla dolu ve yürümemi zorlaştırıyor. Ardıç ağaçları ile çevrelenmiş açık bir alan bulunca rahatlıyorum, hemen birinin altına oturuyorum. Akan suyun sesini işitince gözlerimi kapatıyorum. Bir süre dinliyorum. Zihnimdekiler de bu sesle akıp gidiyor sanki. Göz kapaklarım aralanıyor, sesi takip ediyorum ve az ilerideki çeşmeyi görünce adımlarım hızlanıyor. Termosumdaki suyu çimenlerin üzerine döküyorum. Buz gibi akan dağ suyundan dolduruyorum. Bir çocuğun sevinci yerleşiyor içime. Belki de çocukken geldiğim o piknik alanlarını hatırlıyorum, kim bilir. Yüzüm alev alev, kızardığımdan eminim. Çok da önemli değil nasıl göründüğüm. Suyu yüzüme boca ediyorum. Saçlarımı buz gibi suyla yıkıyorum. Kuzuların, koyunların yanına bir an önce gitmek içim hareketleniyorum. Kuzular, koyunlar diyorum ama, ben en çok estetik duruşuyla beni mest eden keçileri seviyorum. Karakteri, zekâsı gerçekten merak uyandırıcı. Onları izlemekten büyük keyif alıyorum. Mitolojide Pan isimli yarı keçi yarı insan olan, kırlarda dolaşıp flüt çalan bir çoban tanrısı var. Okuyunca ne çok etkilemişim! Her keçi biraz da Pan oluyor bana. Meleme sesleri yaklaşıyor, çan sesleri de karışıyor. “Acaba kapıya bağladığım çanı çıkarmış mıdır Halit, yoksa hala her kapı açılışında ortalığı şenlendiriyor mudur sesi?” O an bir tane alıp kendi kapıma bağlamaya karar veriyorum. Çalıların arasından geçerken dikenleri bacaklarıma batıyor ara ara. Çizikler canımı yakmaya başladı. Krem ya da bant gibi koruyucu bir şeyler de almadım ki. Aklıma gelmedi. En son çocukken dağa çıktığımı düşünürsem, çok normal. Bu görev, annemdeydi. Ben anne de olmadım, aklıma gelmedi işte napayım. Eve gidince bakarım çaresine. Görebildiğim uzaklıkta hayvanlara dair hala bir iz yok. Seslerin geldiği yerden emin olmak için tekrar duruyorum. Yanlış yere gidip kaybolma tehlikem de var. Güneşin yönüne bakılırsa öğleyi çoktan geçmiş gibi. Yine çocukluğum aklıma geliyor. Gözlerim, yaramaz bir çocuğun çevikliğinde değnek aramaya geçiyor. Bulduğum ilk değneği koşarak alıyorum, toprağa dikiyorum. Onun gölgesini izlemek için geri çekiliyorum. Yiyecek almış mıydım yanıma, onu akıl etmiş miydim en azından? Yürümenin telaşıyla hissetmedim ama, şimdi karnımdan guruldama sesi geliyor, midem kazınıyor. Birkaç elma atmıştım. Birini yemek için sırt çantama elimi atıyorum. Biliyorum ki yiyince midem daha çok kazınacak. Daha elmayı ısırmadan bir hareket fark ediyorum az ileride. “Oh, köpekmiş.” deyip rahatlıyorum. Köpek bana doğru yaklaşırken hayatımda gördüğüm en büyük köpek olduğunu anlıyorum sonra, kaçacak yer arıyorum. Ağaca tırmansam, çıkabilir miyim hemen, yanımdaki ağaçlardan hangisine daha kolay çıkarım? Adım atmayı deniyorum ama bacaklarım buna izin vermiyor, titriyorum çünkü. Yere çöksem, üstüme atlamaz sanırım hemen. Hareketsiz kalmak en güzeli, derken köpek çoktan dibimde, aralıksız havlıyor. Havlamaları kesik kesik, bir yüksek bir alçağa dönüyor sonra. Nefes almak dışında hiçbir şey yapmıyorum. Köpeğin hareketleri bir süre sonra uysallaşıyor sonra da susuyor, yere çöküyor ama gözü hala benim üzerimde. Benim gözlerim de onun üzerinde tabi. Göz gözeyiz. Bakışlarımızla anlaştığımız bir konuma geliyoruz kısa sürede. Bir ıslık sesiyle bölünüyor aramızdaki iletişim. Sıcağın ve korkunun etkisiyle sırılsıklamım. Sanırım açlık da kan şekerimi düşürdü. Bir süre daha bu şekilde hareketsiz kalırsam düşüp bayılmaktan korkuyorum. Köpek sesin geldiği yerde, sahibinin yanına çoktan ulaşmış, hoplayıp zıplıyor. Olduğum yere oturuyorum ve köpeğin sahibinin gelişini izliyorum. Bir elinde uzun sopası var, diğer elinde üzerinde mimesis yazan bir kitap tutuyor, en çok da sırtındaki örgü hırkası dikkatimi çekiyor. Saçları uzun, alttan at kuyruğu gibi toplamış. Kirli sakalı ile bana gülümseyerek yaklaşıyor. Bu adam hiç de bizim taraflara benzemiyor, kim acaba, nereden geldi? Sorular merakla art arda zihnimde sıralanırken başımızın üzerinden büyük bir kuş sürüsü geçiyor. İkimiz de hayranlıkla onları izliyoruz, baharın en güzel habercileri. Gözlerimiz buluştuğunda bir çobandan daha çok filozof görüntüsü kafamda beliriveriyor. Daha çok meraklanıyorum. Hakkındaki bilgileri almak için sabırsızlanıyorum. “Beni kurtardığınız için teşekkür ederim.” Sesimdeki uyumsuz titreşimle utanıyorum. “Kusura bakmayın yabancı bildi sizi, seslendim ardından ama… Umarım çok korkmadınız.” derken yüzü kızarıyor. Nedenini sorgulamıyorum. Sıcak havada giydiği hırkaya daha çok odaklıyım. Neden üzerinde? Anlam veremiyorum. Aklım, diksiyonunun güzelliğinde kalırken gözlerim, hırkanın üzerindeki modelde. Benimkine ne çok benziyor, gülmemek için dudağımı ısırıyorum. “Eşim örmüştü. Geçtiğimiz baharda kaybettim, beklenmedik ölüm.” diyor, anlıyor sorgular bakışlarımı. Donup kalıyorum. Ne çok benzer taraflarımız var onunla, diyorum. Biri ölüm diğeri terk ediş ama özünde sonsuz bitiş. Aynı zamanlarda iki kaybedişe tutsak kalmış yüreklerimiz, hırkamıza sarınmışız bilmeden. Gözlerim doluyor. Hırkaya bir kez daha bakıyorum. Adam, sanki az önce çok önemli bir şey dememiş gibi dönüyor, bilmediğim bir kelime ile koyunların, kuzuların olduğu yere sesleniyor. Hepsi de tek bir komutla toplanırken adam tekrar bana bakıyor. “Gün, dağlara erken iner, birazdan da serinlik başlar. İlçeden gelmiş olmalısınız. Aracınız yoksa dönüşünüz bu saatten sonra güç olur.” İşittiğim bu sözle yüzümdeki ifade neye benziyor bilmiyorum, umurumda da değil aslında, ben dönüşümü nasıl hesap edemediğime yanıyorum. Adama, ne aracı? Araba sürmesini bilmiyorum, diyemem. Bu devirde arabaya kullanmayan mı kaldı? O an geceyi düşünüyorum. Kurtlar, tilkiler belki domuzlar. Ayı olmadığını düşünüp kısa süreli bir rahatlama yaşıyorum. “Dilerseniz, bugün burada kalın. Çadırımda uyursunuz. Ben dışarıda olurum.” diye ekliyor. Saygısı, yaklaşımı ne kadar da samimi geliyor. Her şeye rağmen ilçeye döneceğimi biliyorum ama o an onunla kalmayı, onu tanımayı ve sabaha kadar sohbet etmeyi istiyorum. İnsanlardan kaçarken tanımadığım bir yüze sığınmak, içimde tatlı bir kıpırtıya neden oluyor. Hava birden serinliyor. Çantamdan çıkardığım örgü hırkamı giyerken bu defa şaşkınlığını gizleyemeyen o oluyor. Konuşacak bir konu daha çıkıyor. “Ben acıktım, yanımda elma dışında bir şey yok.” Çocuksu bir telaş bir heyecan… Bunu ben mi söyledim? Bu cümleyi nasıl kurduğuma hayret ediyorum. Çünkü ben, aç karnına çok çay içmiş birisiyim. İlk kez kendimi saklama isteği duymadan, çekinmeden kendimi ifade edebildiğim için çok mutlu oluyorum.