TÜRK TİYATROSUNUN MEŞALESİ: JEYAN AYRAL TÖZÜM
SAHNEYE ÇIKAN İLK TÜRK KADIN OYUNCU “AFİFE JALE” DEĞİL “MEVDUDE REFİK HANIM”İDİ!
RÖPORTAJ: BURAK SÜME
“Gözleri sanki bir ışıltı yağmuruydu konuşurken. Bakışları kadife gibi yumuşak, sevgi dolu! Hatırlıyorum, sedef tozuna bulanmışçasına parlak ve durgun bir gün sonuydu. O ses, tül mavisi bir ışık düşüverdi ayna kırıklarına. Beni çevreleyen bu halenin dışına çıkmak istemiyordum. Birden, yağmur ıslağına benzer bir ürperti geçti içimden. Uçsuz bucaksız melodramlardan, geceye taşan, geceyi saran yeislere doğru sürüklendiğimi ayrımsadım. O ses etkileyici, neşeli, yumuşak, cilveli, dişi, kızgın, iyi kalpli. O ses, Jeyan Mahfi Ayral Tözüm’ün alıp götüren, içe işleyen sesi. Duvarlarda senelere meydan okuyan fotoğraflar. Filiz Akın, Belgin Doruk, Hülya Koçyiğit, Esen Püsküllü, Semra Sar, Emel Sayın, Neşe Karaböcek, Mine Mutlu, Necla Nazır’ı biraz da onun sesiyle tanıyıp sevmedik mi?”
Yazıma Pınar Çekirge’nin Jeyan Hanım’ı anlattığı eşiği yüksek hüzünlerle çizilmiş satırlarıyla başlamak istedim. Cumhuriyetimizin oyuncu olarak en eski tanığı, en tanıdık sesi Jeyan Ayral Tözüm, Cumhuriyet’in 100. yılında aniden ayrıldı aramızdan. Kendisiyle ilk kez dört sene önce bir röportaj nedeniyle buluşmuştuk. Sonrasında birçok telefon görüşmemiz oldu. Zaman zaman Darülaceze’de kendisini ziyaret ettim. Bugün hem önemli bir tiyatro büyüğümüzü hem de ailemden bir yakınımı kaybetmenin verdiği hissiyatla üzgünüm.
Jeyan Hanım, birçok isiminiz var. Tam Mesadet Fatma Jeyan Mahfi Ayral Tözüm olarak biliniyorsunuz. Neler söylemek istersiniz?
İspanyol adı gibi upuzun bir ismim var. Mesadet benim babaannemin adıydı. Nur içinde yatsın babam bana annesinin de adını koymak istemiş. Nüfus memurluğuna gittiğinde “Beyefendi, bu kadar uzun isim konmaz.” deyip, itiraz etmişler. Benim kimliğimde M. Fatma Jeyan olarak geçiyor. Jeyan, aslanın kükrediği ses anlamını taşıyor. Babam bir kitapta bu kelimeyi okuyor ve bana Jeyan isminin de yakışacağını düşünüyor. Ama ben sinema ve tiyatro çalışmalarımda sadece Jeyan Ayral Tözüm’ü kullandım. Tözüm’de rahmetli eşim Rauf’un soyadıydı.
Duyarlı, kalibresi yüksek oyunculuğunuzla, eşsiz dublaj yorum gücünüzle sinema denilen o tılsımlı kubbenin altında sedasını sonsuza taşıyan ender sanatçılarımızdansınız, hiç kuşkusuz. Araştırmalarıma göre tiyatroya başlangıcınız Muhsin Ertuğrul’un 1939 yılında “Peer Gynt” oyunu için küçük bir kız çocuğu aramasıyla oluyor ve akabinde babanız Necdet Mahfi Ayral tarafından tiyatroya yönlendiriliyorsunuz. O günlere dönecek olursak, neler söylemek istersiniz?
Ben tiyatroya çok küçük yaşta başladım. O nedenle aklımın erdiği çağlarımda, hiçbir zaman “Ben oyuncu olacağım.” demedim. “Bu mesleği ben seçmedim, meslek beni seçti!” diye anlatırım hep. Çünkü benim sahneye çıktığım o devirde çocuk sanatçı yok denecek kadar azdı. Babam da Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda hem oyunculuk hem de sahne amirliği yapıyordu. Bir gün Muhsin Bey, “Peer Gynt” (1939) oyununda oynayacak küçük bir kız çocuğunun arayışına giriyor ve babama danışıyor. Babam da “Evde kızım var, isterseniz onu getiriyim.” diyor ve elimden tutup beni tiyatroya götürüyor. “Peer Gynt” müzikali dünya çapında duyulan, bilinen bir eserdi. Peer Gynt’ı Talat Artemel, onun nişanlısı olan Solveig’i de Nevin Akkaya oynuyordu. Benim rolüm de Solveig’in hayal kurduğu bir sahnede arkada görünerek şarkı söylemekti. Sahnenin arkasına küçük bir kapı koydular. Önüne de bir tabure… Ben de o tabure de oturup, ağzımı oynatıyordum. Çünkü Nevin Akkaya, Solveig’in şarkısını söylüyordu. Hatta aynı piyesin başka bir bölümünde dansta ediyordum. Başlayış bu başlayış, elli sene durmadan tiyatroda çalıştım.
Hayatın, insanın tanığı ve belleği oldunuz kimi zaman yaşar kıldığınız kimliklerle. Perde kapandıktan, ışıklar yandıktan sonra bile izleyicinizin beyninde seyrine devam edilen bir oyuncu olarak kaldınız hep. Yeşilçam’a, sinemaya girişiniz nasıl oldu?
On yaşımda “Mutlu Günler” adlı bir filmin seslendirmesiyle dublaja başladım. Hiç unutmam Marmara stüdyosu vardı. Babam beni oraya dublaja götürüyordu. O zamanlar Arap filmleri furyası vardı ve ben de küçük bir kızı konuşacağım. Benim de boyum mikrofona yetişmiyordu. Mahmut Moralı idare ediyordu dublajı. “Bir iskemle getirin!” dedi. Sonra ben iskemlenin üstüne çıkmaya başladım ve dublajları o şekilde yaptım. Biz usta – çırak hikâyesiyle yetiştik. Çünkü o zaman tiyatro okulu yoktu. Kemal Rıfat Tözem, Ercüment Behzat Lav gibi isimlerden kelimelerin tonlamasını öğrendim. Sadece ben değil, benim neslim de bu şekilde yetişti. Bugün tiyatrocu yanımı hatırlayan az ama ben tiyatroyu çok sevdim. Benim için önce tiyatro sonra dublaj… Dublajı ek iş olarak o kadar çok yaptım ki benim mesleğim oldu. Ben tiyatro da hep başrol ve önemli eserlerde oynadım. Özellikle Pyrandello’nun oyunlarında çok oynadım. Mesela “Çıplakları Giydirmek” ve “Rüzgâr Esince” Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” eserinde oynadım, “Yerma”da, “Sacide” de oynadım.
Birer şeref madalyası gibi taşıdığınız bu eserlerin içerisinde tiyatro tarihi yaşadıkça sizi terk etmeyecek bir oyununuz var o da Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” eseriydi. Neler söylemek istersiniz?
Evet, hiç unutmam “Çalıkuşu”nda oynarken hastalanmıştım. Annem tiyatroya telefon açtı ve “Jeyan çok hasta, gelemeyecek.” dedi. Oyunu da Nüvit Özdoğru yönetiyordu. Biz de Levent’te oturuyorduk. Annemle konuştuktan sonra baktım, hemen eve geldi ve bana “Kalkacaksın ve sahneye çıkacaksın!” dedi. Ben de “Bakın Nüvit Bey, sesim çıkmıyor.” dedim. “Yapacak bir şey yok. Oyunun başlamasına üç saat var. Şimdi yat, dinlen ama tiyatroya da gel.” dedi. Mecbur, “Peki Nüvit Bey! Ancak hasta olduğum halka anons edilirse gelebilirim.” dedim. “İsteyen biletini geri verip, parasını geri alabilir.” anonsu yapıldı. Hatırlıyorum sadece iki üç kişi salonu terk etti, onun dışında tüm izleyici o halimle beni sahnede izlediler.
1953 yılında başrollerini Zeki Müren ve Cahide Sonku ile paylaştığınız “Beklenen Şarkı” sinema kariyeriniz içerisinde önemli bir yer tutuyor. Cahide Sonku ile çalışmak nasıl bir duyguydu?
Ben sanat hayatım boyunca kendime hep Samiye Ün’ü örnek almışımdır, Cahide’yi değil. Cahide çok hırslı bir kadındı. Çokta güzel ve gösterişliydi ama Samiye Hanım üstün bir sanatçıydı. “Beklenen Şarkı” filminin çekildiği dönemde Cahide Hanım’la birlikte “Yavru Kartal”ı oynuyorduk. Bana “Bir delikanlı var, TRT radyosunda şarkı söylüyor. İsmi Zeki Müren. Onunla bir film çekeceğiz, kızı da sen oynar mısın?” diye sordu. Ben de kabul ettim. Bu film Zeki’nin sinemadaki ilk, benim de son filmim oldu. Ben ondan önce de birçok filmde rol almıştım. İlk oynadığım film 1939 yılında “Allah’ın Cennetti” oldu. Sonrasında 1947 yılında “Seven Ne yapmaz”, “Gençlik Rüzgârı”, 1949’da “Efsuncu Baba”, “Uçuruma Doğru” ve 1953 “Beklenen Şarkı” O dönem sinemaya daha çok devam edebilirdim, teklifler de geliyordu ama evlenmek üzereydim hem de bir yandan da tiyatro oyunlarım devam ediyordu. Bazı filmlerin çekimleri için şehir dışına çıkmam mümkün olamazdı.
“Beklenen Şarkı”da Zeki Müren kendi sesini kullanmakta ısrar edince derler ki, Cahide Sonku özellikle tökezlesin, zor duruma düşsün diye en zor sahneden başlamasını istemiş. Bir de bu filmin rejisörülüğünü Cahide Sonku’nun yapmadığı da söylenenler arasında. Doğru mu?
Orhan Arıburnu, Sami Ayanoğlu ve Cahide Hanım bu filmi kısım kısım yönetmişlerdi. Dediğin gibi aynen öyle oldu. Stüdyoya girdik, Zeki’nin eline hayli güç bir bölümü tutuşturdular. Zeki bir solukta okudu. Sonuç mükemmeldi.
1939 yılından bugüne sinema ve tiyatro tarihimizin son 70 yılına damgasını vurmuş bir isimsiniz. Sayısız ödüller kazanmış, başarılara imza atmışsınız. Lakin biz sizi oyunculuğunuzdan öte dublaj sanatçılığınızla tanıyoruz. Türkan Şoray’ın sesinden, Hülya Koçyiğit’in kahkahasından tanıyoruz.
Hep böyle olmuştur, bilir misiniz? Sesimiz ile filmin başrol oyuncusu özdeşleştirilir adeta. Dile kolay yirmi sene konuştum Hülya Koçyiğit’i. Türkan Şoray’ı da. Sanırım Nevzat Pesen’in bir filmiydi. Fatma Girik ödül kazanmıştı. Pesen ile bir karşılaşmamızda, hiç unutmam şöyle demiştim, “Film oynarken bir an düğmeyi çevirin ses gitsin, bakalım aynı tesiri sağlayacak mı? Bu nedenle, kazanılan o Altın Portakal’ın yarısı da benimdir. Bana aittir.” Bir an yüzüme bakıp, “Yaa öyle, haklısınız galiba” dediğini hatırlıyorum Nevzat Pesen’in.
Dublajını yaptığınız sanatçılara gelecek olursak, Neriman Köksal dışında Türk sinemasının hemen hemen tüm kadın yıldızlarına sesinizi verdiniz. Özellikle Türkan Şoray’ın “Ağlayan Melek” ve “Kadın Değil Baş Belası” filmlerindeki seslendirmeleriniz çok etkileyiciydi.
Dediğiniz gibi Neriman Köksal dışında, Türk sinemasının hemen tüm kadın yıldızlarına sesimi verdim. Zor ve nankör bir iştir dublaj, “Hülya (Koçyiğit) ne güzel gülüyor.” derdi izleyici. Jenerikte adımız bile geçmez, sesimiz perdedeki oyuncuya mal edilirdi hemen. “Ağlayan Melek”te (1970) Türkan kör bir kadını oynuyordu. Ekrem Bora ona aşık oluyor ve gözlerini açtırıyordu. Oya Peri de meyhanecinin Rum kızı Tasula rolündeydi. Ben Türkan’ı konuşuyorum. Oya Peri’yi konuşmak için Tijen Par stüdyoya geldi. Rum şivesiyle konuşması gerekiyor ama bir türlü yapamıyor. Ben ona öğretmeye çalıştıysam da başarılı olamadı. Başka bir sanatçı çağrıldı, o da yapamadı. Dublajı idare eden Sacide Keskin de “Jeyan’cığım, iş başa düştü. Sen konuşacaksın!” dedi bana. Ben de “Aman nasıl olur, ikisini nasıl konuşurum?” dedim. Sonra ikisini de konuştum, kimse ikisini aynı kişinin konuştuğunu anlamadı. “Kadın Değil Baş Belası”nda (1968) ise baştan sona Türkan’ı argo konuştum. Türkan’dan bahsetmişken ilk filmlerini çektiği dönemlerde “Otobüs Yolcuları” (1961) isminde bir film çekiyordu. Dublaj odasında kapıda karşılaştık. Bana “Jeyan Hanım, beni siz konuşsanız keşke” dedi. Ben de “Kontratınıza yazarsanız, konuşurum.” demiştim. Çünkü o vakit, “Beni şu sanatçı seslendirsin.” diye kontratlarına isim yazarlarmış. Yıllar sonra Türkan’la “Tatlı Hayat” (2001) dizisinin bir bölümünde karşılıklı oynadık. Bana “Ah Jeyan Hanım, sinemada beni ne kadar güzel seslendiriyordunuz.” dedi.
Film rejisörleri de stüdyoya gelirler miydi?
Dublaj rejisörüyle çalışırdık biz, film rejisörüyle pek ilgim olmazdı. Beni yolda gören gençler bana der ki bugün, “Siz çok güzel konuşurdunuz ama siz hep ağlıyordunuz.” Evet, hep ağlıyordum. Çünkü onun sebebi var. O devirde yani altmış, yetmiş sene öncesinden bahsediyorum. İnsanlar o kadar mutlu ki, İstanbul bir milyon nüfuslu çünkü, bugün ki gibi yirmi milyon insan yok. Herkes neredeyse birbirini tanıyor, herkes güleç. Herkes mutlu. Ağlamak, çok ihtiyaçları olan bir şeydi. Ben kendi kulaklarımla duydum, sinemadan çıkarken “Ay ne güzel ağladık değil mi? Kaç mendil ıslattın?” gibi sorular sorardı seyirciler birbirlerine. Mendilde o zaman kağıt mendil yok, bez mendildi. Bugün seyirci katiyen ağlamak istemiyor. Halk, affedersiniz en ufak pis bir komediye yerlere yatıyor gülmekten. Ne var yahu onda gülecek? İnsan espriye güler.
Yıllarca dublaj odalarında birlikte çalıştığınız Yorgo İlyadis için neler söylemek istersiniz?
Yorgo, çok iyi bir ses mühendisiydi. Benim eşim de öyle, Rauf Tözüm. Ben onu kazada kaybettim. Citroen arabamız vardı. Beni tiyatroya bıraktı, kendisi eve dönemedi. Ataköy’de oturuyorduk. Evet, Yorgo çok iyiydi. Hatta, Rum olduğu için “ağnat, ağnat” derdi hep. Yani, lafı ağzında geveleme, anlat demek isterdi. Güzel ses alıyordu, iyi müzikler seçerdi. Kocaman plakları vardı. Zordu o vakitler onların işi.
Ben, sizi ilk kez çocukken Gülben Ergen’in başrolünü üstlendiği “Dadı” (2001) dizisinde izlemiştim. Alman Dadı Müller rolünüzle konuk oyunculuğu yapmıştınız. Dizinin bir sahnesinde Gülben Hanım, yemek masasının üzerine oturuyordu. Siz de “Biz çaydanlık değiliz, masanın üzerine oturmayız.” demiştiniz. Bu repliğiniz zaman zaman sosyal medyada karşıma çıkıyor.
Evet, masada öyle oturulmaz. “Dadı” çok güzel bir diziydi. Hatta o bölümde evin uşağı Haldun Dormen’le sevgili oluyorduk. Tek bölümlük bir çalışmaydı. Ben asıl Alman rolünü “Gurbetçiler” dizisinde oynamıştım. Baştan sona Alman taklidiyle, Alman anneyi oynadım.
Hem Türk sinemasının hem de tiyatrosunun önemli tanıklarındansınız. Yıllardır sinemamızın ilk kadın oyuncu Rozali Benliyan üzerine araştırmalar yapmaktayım. Rakım Çalapala’nın hazırladığı ilk Türk sineması kronolojisinde ilk konulu filmimiz 1914 yılı tarihli “Himmet Ağa’nın İzdivacı” olarak geçiyor. Bu film o dönem ülkemizde önemli tiyatro faaliyetleri olan “Benliyan Heyeti”nin (1910 – 1926) sahnelemesinin peliküle alınmış haliydi. Dönemin azınlık gazetelerini incelediğimde hem filmin hem de operetin başrol oyuncusunun Rozali Benliyan isimli bir aktrist olduğunu öğrendim. Fakat bizim otorite sayacağımız kimi sinema kitaplarında Rozali Hanım’ın ismi es geçilip sadece “Himmet Ağa’nın İzdivacı, Benliyan Heyeti topluluğu kadrosuyla filme çekilmiştir.” tanımlaması yapılıyor ve ilk gayrimüslim kadın oyuncumuz için “Eliza Binemeciyan ve Madam Kalitea’dır.” şeklinde açıklamalar yapılıyordu. Oysa onlar Rozali Hanım’dan birkaç sene sonra sinemaya girmişlerdi. Çalışmamı daha da aydınlatabilmek için özellikle size danışmak isterim. Bugüne kadar hiç bu aktristin ismini duymuş muydunuz?
Ben hiç duymadım doğrusu ama, eskiden oyuncular hep Ermeni, Rum kökenli olurlarmış. Hiç Türk yok. Eskiden derken 1920’lerde 1930’larda… Ne güzel, iyi bulmuşsun fotoğrafını. Ben Eliza Binemeciyan’ı biliyorum ama, sadece isim olarak. Çünkü “Çürük Temel” de onun rolünü oynamıştım. O senin bahsettiğin hanım çok eski, Eliza Binemeciyan’lardan da önce. O nedenle onu tanıyan birini bulman zor.
Eliza Binemeciyan, Türkiye’de çok sevilen bir aktristmiş. Osmanlı süreli yayınlarında birçok oyun ilanına rastladım. Kendisi 1920’li yılların başında Paris’e gitmiş ve İstanbul’a geri döndüğünde kendisine övgüyle bahsedilen yeni bir aktiristin yani Afife Jale’nin Darülbedayi’de ki başarılarına tahammül edememiş ve dönemin bürokratlarına ricacı olarak onun sahneye çıkmasına engel olmuştu. Oysa Vasfi Rıza Zobu, 1990’lı yılların başında Cumhuriyet Gazetesi’ne vermiş olduğu bir röportajda, sahneye çıkan ilk Türk kadın oyuncunun Afife Jale olmadığını, Sultan Hamit zamanında Kadriye ismindeki başka bir hanımefendinin Amelya takma ismiyle eşinin kumpanyasında sahneye çıktığından bahsediyor. Sonrasında Denizli’de bir oyun esnasında kimliğinin açığa çıktığından ve geçimini ebelik yaparak kazanmaya mecbur kaldığını anlatıyordu. Bu konuyla ilgili neler söylemek istersiniz? Sizce sahneye çıkan ilk kadın oyuncumuz Afife Jale miydi?
Bahsettiğin ismi hiç duymadım ama sana şunu söyleyeyim, tiyatronun ilk kadın oyuncusu Afife Jale değildi. Gülriz Sururi’nin teyzesi Mevdude Refik Hanım’dı. Bir de annesi Suzan Lütfullah, o da ilk operetçiydi. Bugün Mevdude Refik’in ismi dışında hiçbir şeyini bilemiyoruz. Sadece Gülriz Sururi’den dinlemiştim ben de ilk sahneye çıkan kadın oyuncu olduğunu…
Bu güzel söyleşi için size ne kadar teşekkür etsem az. Eklemek istedikleriniz varsa…
Benim filmlerimi seyreden herkese sevgilerimi yolluyorum. Hayatta en önemli şey sıhhat, sıhhatinize dikkat edin.