Daha erkendi, günlerden sanırım cumartesiydi. Bir anne eli gibi yumuşak ve tatlı bahar yeli, gece kapatmayı unuttuğum penceremin perdesini havalandırıp yüzümü okşuyordu. Bir korna çaldı, bir adam okkalı bir küfür savurdu, bir martı çatıdaki kiremitleri tıngırdattı, bir çocuk karşıdaki fırından sımsıcak taptaze bir ekmek aldı, 08.35 vapuru iskeleye yanaştı, körler ülkesinde görmeye çalışan bir adam güne böyle uyandı. Mehmet Abi hastaydı, bugün dükkânda yalnız olacaktım. Bir süre daha yatakta dönüp durdum, acele etmeden hazırlandım tam çıkıyordum ki kapıda dağılmış saçları, kızarmış gözleri ile ev arkadaşımla karşılaştık.
— Sabahın köründe nereye? Yatıp uyusana oğlum!
— Dükkâna geçiyorum.
— Devlet dairesi mi oğlum orası? Kaçıyor mu? Akşam çok eğlendik.
— Belli hâlinden, haydi ben gidiyorum görüşürüz.
— Üff iki laf edilmiyor seninle de. Akşam ararım takılırız, Beren de gelir belki bakarsın…
Lafını tamamlamasını beklemeden merdivenlerden indim. Sokaklar henüz sakindi. Şehrin kötü çocuklarından kalan şişeler, izmaritler süpürülmüş; erkenci esnaflar kapılarının önlerine birer kova su dökmüştü. Fırından iki porsiyon börek alıp -biri kendim diğeri uğrarsa Şervan için- kilisenin önünden Tellâlzade Sokağı’na doğru yürümeye başladım.
Umut aşılanmış bahar kokusuna; geceden kalan anason ve balık kokusu sinmişti. Tellâlzade Sokağı’na girince ise dükkânın olduğu cumbalı ahşap evle aynı mimariye sahip olan karşısındaki evi birbirine bağlayan mor salkımın kokusu bütün bunları bastırıyordu. Dükkân, kavuşup kucaklaşmaları yasak ve imkansız olan birbirlerine sadece parmak uçlarıyla belli belirsiz uzanan iki sevgiliye benzeyen bu evlerden sağdakinin altındaydı. ‘‘Muhayyel Sahaf’’ yazan ahşap tabela hafif sola eğilmişti, uzanıp düzelttim. Mehmet Abi’ye tabelanın etrafını neon ışıklarla süslemeyi önermiştim. Ne de olsa parlaklık ve gösteriş revaçtaydı. ‘‘Burası sahaf, pavyon değil.’’ deyince ağzımın payını almıştım. Bir daha da içeri adımınızı attığınız an sizi antika mobilyalarıyla, duvardaki siyah beyaz fotoğraflarla kırk yıl geriye götüren, zamanın durduğu bu sahafta hiçbir yenilik girişiminde bulunmadım. Zaten Mehmet Abi de yeniliği bırak bir kitabın yeri değişse, masanın üzerindeki ıvır zıvır bir milim yerinden oynasa anlardı. Dükkânın önüne taburemi atıp bir çay söyledim. Kahvaltımı yaparken Şervan, yukarıdan kâğıt toplama arabasıyla sokağa girdi. Bazen kıymetli parçalar buluyor sahafın önüne gelene kadar sokaktaki bütün antikacılara gösteriyor, en çok parayı verene satıyordu. Bugün eli boş olacak ki hiçbir yere uğramadan dosdoğru bana geliyordu. Keyifsizce:
—Günaydın Abi
—Günaydın, gel otur bakalım. Bir çay söyleyeyim, börek de var bak.
— Sağ ol Abi, iyi olur valla.
— Eee ne var ne yok?
Arabanın içine eğilip karıştırmaya başladı. Kartonların üzerinden birkaç kitap, bir de deftere benzer bir şey çıkartıp uzattı. Verdiklerine şöyle üstünkörü bir göz atıp kenara koydum.
—Desene birileri yine geçmişinden kurtulmak istemiş ya da birileri bu dünyadan kurtulmuş ki fotoğrafları buraya düşmüş. Al bakalım, diyerek eline biraz para sıkıştırdım.
—Mehmet Abi nasıl?
— Fena üşütmüştü, ee yaşı da var ama toparlıyor, yakında döner.
Bir çay içimlik soluklanıp böreğini yedikten sonra arabanın alt kısmından geçen gelişinde okumak için aldığı kitabı çıkarıp bana doğru uzattı.
— Ben bitirdim bunu.
— Kalsaydı sende, kitaptan bol başka ne var burada?
— Olmaz öyle
— O zaman al bakalım bir de bunu oku, diyerek sevebileceğini düşündüğüm başka bir kitabı verdim.
Kitabı alıp, derin bir nefes çekip omzunda dünyanın yüküyle ilerlemeye başladı. Sokak yavaş yavaş hareketleniyordu. Sokak sevdiğim bir romandan fırlamış bir betimleme, ezbere bildiğim bir şiir, ait hissedilen bir yer gibi ve Beren’in yüzü kadar güzeldi.
Bir süre aylaklığın tadını çıkardıktan sonra Şervan’ın bıraktıklarını karıştırmaya başladım. 1935, Latin harfleriyle ilk baskı, bordo kapak, bez ciltli bir ‘‘Çalıkuşu’’. Kanlı canlı insanları kurumuş birer ağaç dalına çeviren zaman onu da sararıp soldursa da temiz kalabilmiş, sayfaları da görünüşe göre tamdı. Şöyle bir karıştırınca içinden kucağıma küçük bir kuru gül düştü. Bir aşk kitabının sayfaları arasında saklanan bir aşk timsali. Bir isim, tarih ya da bir not bulurum umuduyla kitabı karıştırmaya devam ediyordum. Birçok bölümün altı çizilmişti. Altı çizilmiş satırlar, ‘‘Ben de işte tam bunu diyecektim, ben de tam bunu yaşadım!’’ haykırışlarıdır. Başkalarının altını çizdiği satırları okumayı, sayfalara kimlerin dokunduğunu, kitapların sahiplerinden neden ayrılıp sahafa kadar nasıl bir yolculuk geçirdiklerini hayal etmeyi ve elim değdikçe bunları yazmayı çok seviyordum. Bazen sayfaların arasından ufak notlar, numaralar, fotoğraflar, ayraçlar, isimler, adresler çıkar. Bunların peşine düşer, hikâyelerini toplarım. Çalıkuşu’nu bir kenara bıraktım, birkaç kitap ve bir de hâkî üzerine altın yaldızlı, kapağında da geometrik şekiller olan, kadim bilgileri, ab-ı hayat suyunun yerini, gizli yeraltı şehirlerini, kral hazinelerinin haritalarını içeriyor gibi efsunlu duran bir defter çıktı. Defterin ilk sayfası Çalıkuşu’ndan bir alıntıyla başlıyordu:
14 Mart 1966
‘‘Daha o gün anlamıştım. Ben ömrümce seninle sınanacaktım. Çünkü insan daima en sevdiğiyle sınanır.’’
Okul çıkışı kızlarla Moda Çay Bahçesi’ne gitmiştik. Seni ilk gördüğüm yer. Yan masada kalabalık bir grubun içinde oturuyordun, göz göze geldik gülümsedin, gülümsedim, göz kırptın, başımı öne eğdim.
06 Haziran 1966
‘‘İnsan birini sevme felâketine uğradı mı esir gibi bir şey olur.’’
Senin kitapçıda çalıştığını öğrendiğimden beri nerdeyse her gün okul çıkışında türlü bahaneler ile yanına gidiyordum. Bir gün peşinde dolanmaktan vazgeçmek üzereyken okul çıkışı seni gördüm. Lisenin karşısındaki Mermer Köşkün önünde dikiliyordun. Beni görünce el salladın, heyecanla yanına gittim. Denize çıkan bir sokağa girdik, elim elinde.
17 Haziran 1966
Artık bir talebe değilim senin gözünde çünkü bugün liseden mezun oldum. Elveda katlayarak kısalttığım eteğim, elveda beyaz gömleğim, elveda çantam. Akşam seninle Reks’e ‘‘Sevmek Zamanı’nı izlemeye gittik. Ayağımda alışık olmadığım topuklular vardı. Reks’in ahşap zemininde benim acemi ayaklarımın çıkardığı tak tak sesleriyle locamıza geçtik. Filmin sonunda ellerimi tutup gözlerimin içine bakarak bir replik söyledin:
‘‘Sana âşık olarak kalmak istiyorum işte hepsi bu kadar.’’
Gerçek duygular başkalarının sözlerine ihtiyaç duymazlar, bana duygularını kendi cümlelerinle söyle; bir şiir gibi olmasa da, diyerek huysuzluk etmiştim.
Defter günü gününe tutulmamıştı, bazı sayfaları da koparıldığından eksikti.
19 Şubat 1967
‘‘Seninle artık iki düşman bile değiliz. Birbirini hiç ama hiç görmeyecek iki yabancıyız.’’
Sert bir rüzgâr esiyordu. Üniversitenin karşısındaki pastaneye oturmuştuk. Bugün gözümün içine bakmıyordun, bugün anlattıklarıma gülmüyordun, bugün sanki beni artık sevmiyordun. Seni daha karşıdan görür görmez bir şey olacağını, ama kötü bir şey olacağını anlamıştım. Öncelikle benim çok genç ve güzel ve de iyi olduğumu, beni üzmeyi hiç ama hiç istemediğini ama gitmen gerektiğini anlattın. Sen sadece severken değil ayrılırken de başkalarının cümlelerini kullanıyordun. Nedenini de bilmesem daha iyiymiş. Saadetler dilermişsin. Üzerinde sana çok yakışan mavi gömleğin vardı. Mavi umut demekti hani oysa oltaya takılan bu şaşkın balığın tüm umutları sonsuz bir mavilikte bitti.
30 Ağustos 1967
Senden bir mektup aldım açmadan yaktım. Yırtmadım çünkü yırttıktan sonra merakıma yenilip parçaları birleştirip okumaya çalışırdım. Yazdıklarına belki inanırdım, belki gel diyordun da dayanamaz gelirdim. Yaktım, kurtuldum. Geriye sadece külleri kaldı, artık ne birleşir ne de yapışır. Küllerinden doğan aşk değil; inananı pek kalmayan bir masal kuşudur sadece. Üniversiteyi tamamlamak istemiyordum, çalışmak istemiyordum, evde oturmak istemiyordum. Ben de alıp başımı gitmek istiyordum ve korkuyordum bir gün beni tutan iç zincirlerimi kırarım da çeker giderim, sokaklarda serseriler gibi dolaşır dururum diye çok korkuyordum. Nereye gideceğimi de bilmiyordum. Beni böyle bıraktığın için kızıyordum. Tekrar tekrar kızıyordum.
8 Temmuz 1969
‘‘Belki bir gün kalbimi yormayan birine denk gelirim diye yaşıyorum’’
Evlendim.
04 Eylül 1973
‘‘Kamran ben seni sevmesini senden ayrıldıktan sonra öğrendim. Gönlümün içindeki derin hazin ümitsiz hayalini sevmekle.’’
Yaktığım o mektupta ne yazdığını öğrendim, neden gitmek zorunda olduğunu, şimdi nerede olduğunu. O zaman açıp okusaydım hayatımda ne değişirdi? Bana borçlu olduğun yıllar var.
Tüm hayatım iki dönemden ibaretmiş gibi gözüküyor. Etrafımın bir okyanus içimin bir alev olduğu zamanlar ile tam tersinin olduğu zamanlar. Bir de içimdeki ateşi senden başkası söndürebilir sandığım yıllar var ki en çok onlara acıyorum. Döndüğünü de öğrendim, sana haber gönderdim. Bekledim, çok bekledim, gelmedin. Artık ben gidiyorum, yürürken burnumun direğini sızlatan sokakların ve anıların olmadığı bir yere, bir başıma.
‘‘Bu okumayacağın defteri ben senin için yazdım Kamran. Yanlış, çok yanlış bir iş tuttuğumu bugün artık itiraf edeceğim.’’
Defter burada bitiyordu, neredeyse akşam olmuştu. Bugün dükkâna birkaç genç dışında kimse gelmemişti. Ben de bu yüzden rahatça defteri okuyabilmiştim. Bir kadının kavuşmadığı aşkıyla kavgasını, hayatla kavgasını, etrafındakilerle kavgasını ama en önemlisi kendi içiyle kavgasını anlattığı bu defter beni oldukça etkilemişti. Böyle sevilmek ne güzeldi kim bilir ve böyle sevmek ne acı. Telefonum çaldı, Beren çağırıyordu, her şeyi ulu orta bırakıp dükkanı kapatıp çıktım.
Ertesi gün Mehmet Abi’ye uğradım. Hâl hatır sorduktan sonra:
— Abi biliyor musun Çalıkuşu’nun ilk basımı geçti elime.
— Ooo çok iyi. Temiz mi? Dönünce incelerim, güzel bir yere koy karışıp kaybolmasın.
— Bir de günlük çıktı.
Günlüğü pek umursamamıştı. Biraz oturduktan sonra dükkana geçtim. Defterin arasından çıkan fotoğraflara bakmaya başladım. Ağaçların arasında bir bebek arabası içinde beyaz fistolu elbisesiyle bir yaşlarında tombul ve mutlu bir bebek. Bebek arabasının etrafında üç kadın, beş altı yaşlarında bir de kız çocuğu var. Fotoğrafın sağ üstünde Çamlıca Korusu 1950 yazıyor. Diğer fotoğrafta aynı küçük kız bu sefer bir sahilde, tombul bacaklarına kumlar yapışmış, güneşten gözleri kısılmış, Süreyya Plajı 1952. Sonraki fotoğraf 1965 tarihli, kız büyümüş, güzelleşmiş okul forması ve arkadaşlarıyla Kadıköy Lisesi’nin önünde.
1969/Telli duvaklı güzel bir gelin olmuş ama fotoğraftan damat kesilmiş.
1980/Almanya ‘‘Sevgili Ailem, bu cansız hayalim size hatıramdır.’’
Şimdi her neredeysen -hayatta veya değil- umarım huzurlusundur, dedim usulca. Fotoğrafları defterin arasına, defteri de kitapla birlikte Mehmet Abi’nin çekmecesine koydum. Dışarı çıkıp bir çay söyledim, yarım saat sonra Şervan geldi:
—Gel, dinlen biraz.
— Yok Abi, oturmayayım.
— Geçen getirdiğin kitapları nereden buldun?
— Yoğurtçu Parkı’nın karşısındaki apartmanlardan birinin önünden galiba. Noldu ki Abi?
— Hiç merak ettim.
Şervan gittikten sonra Mehmet Abi aradı ‘‘Yarın geliyorum, sabah kahvaltıyı birlikte yaparız.’’ dedi.
Ertesi sabah evden daha erken çıktım, böreğin yanına yeşillik, zeytin, domates, salatalık da aldım. Kahvaltıyı hazırladım, çayları söyledim Mehmet Abi geldi.
—Hoş geldin Abi, sensiz tadı yoktu buraların.
— Benim de içim sıkıldı evde. Salkım açmış, mis gibi olmuş. Ne var ne yok dükkânda?
— Bıraktığın gibi işte.
Öğleye kadar yanında durduktan sonra izin isteyip kalktım, Beren ile buluşacaktım. Akşama doğru telefon çaldı. Mehmet Abi arıyordu:
—Müsaitsen dükkâna uğrayabilir misin?
— Hayırdır Abi, iyi misin?
— İyiyim iyiyim ama mutlaka gel.
— Tamam Abi.
Yanına gittiğimde çökmüştü.
— Abi noldu? İlacın falan varsa vereyim mi?
Masasının üzerinde günlük ve fotoğraflar duruyordu.
—Bunlar nereden çıktı? Nereden buldun?
— Söylemiştim ya Şervan getirdi.
— Nereden?
— Stadın o taraflardan.
— Kadın ölmüş mü?
— Bilmiyorum.
— Öğrenebilir misin?
— Öğrenmeye çalışırım da, ama neden? Bir tanıdık mı yoksa?
— Evet, öyle.
— Kim?
— İşte bu!
Duvarda zaten siyah beyaz olan ve de artık sararan küçük bir fotoğrafı gösteriyordu. Sahilde genç bir oğlan ve genç bir kız. Hikâyeyi az çok anlamıştım. Ertesi gün Şervan’ı yanıma aldım, birlikte fotoğrafları bulduğu yere gittik.
—Ya bu apartmanın ya da diğerinin önüydü, ben gidiyorum artık
Cebimden Esin’in fotoğraflarını çıkardım -adı Esin’miş-. Kapıları çalmaya utandığım için apartmanlara birilerinin girip çıkmasını bekledim. Önce genç bir kız çıktı, ona sordum:
—Ay ben bilmiyorum yaaa, deyip gitti.
Az sonra dışarı bir amca çıktı, fotoğrafları gösterip şansımı tekrar denedim:
— Esin Hanım evet, en üst katta otururdu.
— Öldü mü?
— Hayır, Adile Sultan’a gitti, huzurevine.
— Tamam, çok teşekkür ederim.
Dükkâna dönüp Mehmet Abi’ye durumu anlattım, çok sevindi. Güzel bir çiçek yaptırıp ziyarete gitmesini söyledim. Çocuk gibi heyecanlıydı:
— Sen gelmeyecek misin?
— Abi benim ne işim var?
İçinden hayatta olması için, onu tekrar görebilmek için dualar eden o değilmiş gibi şimdi onunla yüzleşmekten korkuyor ‘‘Acaba gitmesem mi?’’ diyordu.
Ona cesaret verip en azından dükkândan çıkmasını sağladım, ben de Beren’in yanına gittim. Bugün bir tuhaftı, üzgün desem üzgün değil mutlu desem mutlu değil. Beren ile konuştukça bu tuhaf hâlinin neyden kaynaklandığını anladım. ‘‘Daha az nasıl üzebilirim ile karışmış söylesem de kurtulsam’’ hâli. Eğitiminin kalanını yurtdışında tamamlayacağını, kesinleşmeden söylemek istemediğini, çok yakında gideceğini, hazırlıklar nedeniyle yoğun olursa diye şimdiden vedalaşmak istediğini söyledi. ‘‘Vedalaşmak’’ karşılıklı yapılır gibi dursa da bir kişi çeker gider ‘‘veda eder’’ diğeri öylece ortada kalakalır.
Aylak aylak sokaklarda dolaşırken akşam olmuştu, dükkâna yakın bir sokakta Mehmet Abi ile karşılaştık.
—Gitmedin mi yoksa?
—Gittim.
— Eee ne oldu?
— Beni tanımadı.
— Normal Abi, aradan kaç yıl geçmiş.
— O yüzden değil
— Neden?
— Alzheimer.
—Hadi yapma be Abi.
—Sen naptın?
— Hiç.
Yol üzerindeki kafenin kaldırıma atılmış taburelerine oturduk. Sırtımızı duvara yaslayıp birer sigara yaktık onun elinde bir fotoğraf geçmiş zamandan, benim telefonumda bir fotoğraf bu beklenmedik vedadan.
Karşı duvarda boydan boya ‘‘Sevmek Zamanı’’ yeni boyamışlar. Altında siyah ve koyu yazıyla, sesleniyor sanki bir resimle avunmaya mecbur kalan tüm aşıklara.
‘‘Ben resmine aşığım ölünceye kadar da onu seveceğim.’’
PINAR SARI COŞKUN