AYLAK DERGİ

O SAHNE: SONSUZLUK VE BİR GÜN

Uzun zamandır kabuğuma çekilmiş, kendim için yazıp çiziyordum. Amacım da belli değildi. Sanki çok usta bir yazarım da inzivaya çekilmiştim. Değildim elbette. Kafamın içinde yıllarca dönüp duran bir öykü vardı, onu tamamlayıp dergiye göndermiş ve o vesileyle gün yüzüne çıkmıştım. Sonra yine sessizliğe büründüm tabii. Mizaha dönmek istiyordum, olmuyordu. Bir gün V.Ö. ile sahilde otururken, gayriihtiyari “abi mizaha dönüyorum,” demiştim. Artık bir kitleye mizah yazamayacağımı bilerek söylemiştim bunu. V.Ö. “ooo süper, nereden dönüyorsun?” dediğinde susmuştum. Bir cevabım yoktu. O akşam eve gidip yazmaya başladım. “V.Ö. İLE TORBACIYI BEKLERKEN” başlıklı bir yazım olmuştu artık. Komik bir yazıydı ama, kimseye gönderemedim. Sonra biricik arkadaşım Uzay için bir öykü yazdım. Komik ve çok kısa bir öyküydü, o da bana kaldı. Hiçbir şey yazmıyordum artık. Hatta ileri gidip bu işleri tamamen bırakmam gerektiğini bile düşünüyordum. Sadece mesleğime, marangozluğa ağırlık vermiştim. Bir an geldi, “çok şükür Allah’ım kurtuldum şu işlerden” diye sevinmeye bile başlamıştım. Bu süreçte hiçbir arkadaşımla görüşmüyordum. Yalnızlık bana çok iyi gelmişti. Yalan da söylemeyim, işte o kadar iyi gelmemişti. Eh işte’lik bir durumdu. Peki şimdi bunları niye anlattım? Hiç bilmiyorum sevgili okur. Böyle duygusal şeyler anlatınca yazdıkların daha çok ilgi çekiyor, demişlerdi. Bu tedX falan var ya sahneye çıkıp başarı hikayesi anlatıyorlar. Ben de başarısızlık hikayemi anlatmak istedim, başaramadım. Neyse ki artık bol bol ürettiğim bir döneme girdim. Yani ürettiğim işler düzgün bir şey olmasa da bir çabam var. O kadar hızlı gidiyorum ki uzun zaman önce Onur’a “yok abi tövbe ben daha Süpermen falan yazmam. Sen devam et.” Dediğim halde oturdum 11. Bölümünü yazdım. Yeni bir oyun yazıp tiyatro sezonu açılınca sahneye çıkmak istiyorum. Aylak Dergi’ye başka bir mizah köşesi düşünüyorum. Baya gaza geldim, ben bile şaşırıyorum kendime. 

Masumiyet’i beğendiniz mi beğenmediniz mi tam anlamadım. Güzel yorumlar geldi, kimse olumsuz bir eleştiri yapmadı. Bu benim için çok garip bir durum. Okunmadı mı acaba dedim, baktım okunmuş. Başka çarem kalmadığı için ablama zorla eleştiri yaptırdım. N’apayım sevgili okur, övgü bizi aşağı çekiyor. Beni eleştirin, yerin dibine sokun ki, daha çok üreteyim. Kendime öyle geliyorum. 

Canım okurcuğum, bu üçüncü yazımız. Biliyorsunuz ilk yazıda en az 10 yazı yazarım, demiştim. Kaldı 7, öylesine sevdim ki bu köşeyi, bırakmak istemiyorum. O yüzden oturdum bu köşeyi devam ettirmek için neler yapabiliriz, diye düşündüm. Çok bir şey gelmedi aklıma. Onu da halledeceğiz siz hiç merak etmeyin. Yazıları beğenmezseniz çekinmeden söyleyin. Ama ben yine yazmaya devam ederim.  

Aile apartmanı gibi kullandığımız Instagram hesabımızdan bir anket düzenlemiştik hatırlarsanız. -Takip etmeyenler bilmez tabii, böyle fırsatları kaçırmamak için @oosahne ‘yi takip edebilirsiniz.- “ankette olan üç filmden birisini seçin yazalım” dedik ve kazanan filmimiz Sonsuzluk ve Bir Gün oldu. Orijinal adını bilmiyorum. Bir yerlerden bakıp yazarım yazmasına da yanlış yazma kaygısı olduğu için hiç bulaşmayayım o işe. Seçilmeyen iki filmi yazmayacak mıyız? Elbette yazacağız. 

Bu filmi çok uzun zaman önce izlemiştim. Her şeyiyle güzeldi. İzlemeyen ya da duymayan kalmamıştır. Film kısa bir ömrü kaldığını öğrenerek sahil kenarındaki evini terk etmeye hazırlanan Alexander isimli abimizin, eski günleri hatırladığı ve o günlere geri dönüşler yaparak geçirdiği hastaneye yatmadan önceki son gününü anlatıyor. Şu cümleden bir şey anlayan varsa tebrik ederim.

Filmi izleyenler bir sahne seçseydi bu son sahne olurdu muhtemelen. Çok güzel bir sahneydi, karşınıza mutlaka çıkmıştır. Ben de videomuzun sonuna ekledim. Bu yazıda ise onu değil bambaşka bir sahneyi inceleyeceğiz. Hatta daha da ileri gidip Julio Cortázar abimizin bir öyküsünü de bu yazıya konuk edeceğim. 

Kurmacaların aslında başka bir kurmacanın kurmacası olduğuna inananlardanım. Yani bir metin yazdıysanız buna benzer bir şey mutlaka yazılmıştır. Mesele, onu nasıl anlattığınızla ilgilidir. Direkt gidin çalın da demiyorum. Şöyle de bir şey var; sen bir haber yazmışsın, yıllar sonra benim gibi bir tip çıkıp “şuna benziyor” diye kendince benzetme ihtimali var. Gayet normaldir. Seçtiğim sahnenin de durumu böyle olabilir. Anlatayım duruma birlikte karar verelim. 

Seçtiğim o sahneye “Müthiş Bir Otobüs” adını verdim. Şair olan Alexander abimiz, Arnavut bir çocuğu arabasına alıyor. Benim hikâyeye sıkıca sarıldığım yer de tam burada başlıyor. Hikâye ilerledikçe Alexander geçireceği son günü bu çocuk için harcıyor. Vay be! Ömrünüzün son gününü hiç tanımadığınız birisine yardım ederek geçiriyorsunuz.

Filmin en detaylı sahnesi olduğunu düşündüğüm için bu sahneyi seçtim. Şair ve çocuğun ilişkisi kuvvetleniyor ve onları bir otobüsün içinde görüyoruz. Otobüsteki çoğu yolcu “Kayıp Ruhlar” durağında iniyor. Bu durakta, otobüse elinde büyük kırmızı bayrak olan birisi ve tartışan genç bir çift biniyor. Onlar iniyor, konservatuar öğrencileri biniyor. Otobüsün içinde filmin müziğini çalmaya başlıyorlar. Onlar “konservatuvar” durağında iniyorlar ve orta yaşlı şair biniyor. Tüm bunlarını soluksuz izledikten sonra aklıma Sait Faik’in Müthiş Bir Tren isimli öyküsü geldi. Öykü artık hayatta olmayan eşini dostunu gören bir adamı anlatıyordu. Kaybettiğiniz kişilerle bir trende karşılaşıyorsunuz. Biz ise şu an müthiş bir otobüsün içindeyiz. Bu yüzden otobüs sahnesinde gördüğümüz kişilerin Alexander ile bağlantısı olduğunu düşünüyorum.Sonsuzluk ve Bir Gün’ü daha detaylı incelemek, anlatmak istiyorum. Film için okuduğum, taradığım yazıların hiçbirinde bulamadığım detayları sizinle bir şekilde paylaşmam gerekiyor. Ama yazıyla anlatamam. Köşemiz için youtube veya podcast yayınları yapmayı hayal ediyorum. Eğer yapabilirsem orada daha iyi ifade edebileceğime inanıyorum. 

Şimdi gelelim Julio Cortázar’ın öyküsüne… Bir Sarı Çiçek isimli öykü “Ölümsüzüz” diye başlıyor. Öykü; bir adamın 95 No.lu otobüste kendisine tıpatıp benzeyen on üç yaşlarındaki bir çocukla karşılamasını anlatıyor. Öykü ilerleyince adam kendi çocukluğu ile aynı otobüste olduğunu anlıyor ve şöyle diyor:

“Hepimiz ölümsüzüz, kardeşim. Bunu kimse kanıtlayamamıştı bundan önce, meğer benim başıma gelecekmiş, hem de 95 No.lu otobüste.” 

Otobüste kendi çocukluğunu gören adamın, ölümsüz olduğuna inandığını okuyoruz. Filmde ise Alexander son gününü on yaşlarındaki bir çocuk için yaşıyor diyebiliriz. Çocukların aynı yaşlarda olması dikkatimi çekmişti. Özetle, otobüste izlediğimiz her şeyin Alexander’ın geçmişi olduğunu düşünüyorum. Filmin anlatmak istediği de bu olabilir. “Yarın ne kadar sürüyor?” Diye sorduğunda filme de adını veren bir cevap alıyoruz. “Sonsuzluk ve bir gün.” Ölümsüz bir gün. 

Sevgili okur siz hiç çocukluğunuzu bir otobüste gördünüz mü? Ya da geçmişinizle karşılaştığınız oldu mu? 

Ben kafamda kurmuşum sevgili okurcuğum. Umarım anlatabilmiş, size de o etkiyi aktarabilmişimdir. Sizinle daha sık görüşeceğimiz güzel günler, filmler diliyorum. Aylak derginin yeni sayısını beklerken biz köşemizi renklendirmeye devam edeceğiz. Sizi çok seviyorum. İyi ki varsınız. Aylak ile kalın. 

Bir de böyle bir kitap var. Reklam değil sevgili okurcuğum, tavsiye.

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.