SÖYLEŞİ: MELEK KENTMEN
Dizilerin aranan yüzü Onur Özaydın ile 2022 yılında Afife Jale Tiyatro Ödüllerine aday gösterilen tek kişilik oyunu Sıfır Telaş ve Yargı dizisi hakkında güzel bir söyleşi gerçekleştirdik.
Öncelikle hoş geldiniz diyerek başlamak istiyorum Onur Bey. Şu anda sahnelenen üç oyununuz var ama benim bu röportajı sizden talep etme amacım sizin yazdığınız ve oynadığınız tek kişilik oyun olan “Sıfır Telaş.” Öncesinde “Yargı” dizisinde canlandırdığınız Osman karakterinden bahsetmek istiyorum. Osman zaafları olan bir adam. Parayı çok seviyor, karısını aldatıyor ama bunun yanında da çocuklarına çok düşkün, yaptığı hatalardan da pişmanlık duyabilen bir adam. Peki gerçekte nasıldır Onur Özaydın?
O.Ö: Hoş buldum. Tabii Osman denince akla gelen özelliklerle, Onur’un özellikleri arasında benzerlik var dersem ciddi anlamda linç edilirim gibi geliyor bana. Ama bazı özelliklerimiz kesinlikle benziyor. Mesela aile sevgisi, çocuklarına düşkünlüğü dediniz. Eşine yaptıkları hiçbir şekilde kabul edebileceğimiz şeyler değil tabi ki ama sonrasında Osman’ın çok samimiyetle pişman olduğunu söylediği sahneler de çektik. Aslında her şeyden önce iyi bir baba.
Ben çok kişiden duyuyorum aslında, dizide Osman’ın eksileri biraz fazla ama buna rağmen de çok seviliyor.
O.Ö: Aslında dediğiniz şu duruma ben de çok şaşırıyorum. Adam her şeyi yaptı ama bir o kadar da çok seviliyor. Bir gün Kadıköy’de otururken bir adam yanıma geldi ve gayet mutlu bir şekilde “Ben aynı Osman’ım.” dedi. Bu gurur duyulacak bir durum değil ama maalesef dünyada böyle bir gerçek var ve bu yaşanıyor.
Aslında şu açıdan da bakabiliriz, demek ki oynadığınız rolün gerçekten hakkını veriyorsunuz.
O.Ö: Teşekkür ederim. Tilbe Saran benim yüksek lisanstan hocamdır, çok severim. Şöyle derdi; “Bir rolü sevmeden iyi oynayamazsınız, sevmek zorundasınız ve onun yaşadığı her şeyde kendinizce onu haklı çıkaran bir taraf bulmak zorundasınız. Ben Onur olarak dışarıda tabi ki Osman’a hak vermiyorum, dolayısıyla Osman eşini tekrar aldatsa dahi ben dramaturji olarak o kayıt anından itibaren ben Osman’a çok hak veren bir yerden oynamalıyım. Savunabilmeliyim, sahiplenebilmeliyim aslında bunu söylemeye çalışıyorum.
Fakat kabul etmek lâzım Aylin de zor bir karakter.
O.Ö: Evet ama düşünsenize o da kendisiyle alâkası olmayan şeyler söylemek ve yapmak zorunda ve bütün bunları sahiplenerek yapmak zorunda. Dolayısıyla da oyunculuğun büyüsü işte o zaman devreye giriyor. Ben bu mesleğe bayılıyorum. Dizide, sinemada ya da tiyatroda bir cinayet zanlısını canlandırdığınız zaman bile onu öldürdüm ama neden öldürdüm gibi savunan bir taraftan girmek zorundayım. Bu benim Onur olarak ona hak verdiğim anlamına gelmez.
Size bir tiyatro metni ya da senaryo geldiği zaman dikkat ettiğiniz hususlar var mı? Mesela dedem kötü adamı oynayacağı rolleri kabul etmezdi, halkın gözündeki imajını zedelememek için. Sizin düşünceleriniz neler bu konuda?
O.Ö: Aslında dedenizin zamanında oyunculuğa ve starlara bakış farklıydı. Bana kalırsa sektörel anlamda tuhaf bir algı vardı, halk ve oyuncular arasında. Fakat şimdi görünür olmak, ulaşılabilir olmak çok daha kolay. Muhasebecilik gibi, doktorluk gibi, öğretmenlik gibi oyunculuk da bir meslek. Aslında bu kadar kutsal bir yere koymaya da gerek yok. Ama o dönem özellikle Yeşilçam’da gördüğün biri senin bir sürü hayalinin belki de baş kahramanıydı. O kadar usta, o kadar popüler birinin kalbindeki yeri de bambaşka oluyor. Dedenizde muhtemelen onu sevenlere ihanet ediyormuş gibi hissedip böyle bir şeyden vazgeçmiş ama şimdi yaşamış olsaydı bu rolleri de bence kabul ederdi. Çünkü bizim toplumumuzda her şey gibi herkes de gelişti. Sektör gelişti. Mesela Erol Taş oynadığı rollerden dolayı sokakta çok taşlanmış, kötü laflara maruz kalmış. Farkındaysanız böyle bir algı artık yok. O zamanki dönemi düşünürsek dedenizin yaşadığı çok yerinde ve haklı bir korku. Artık o perdenin kumaşı değişti.
Onur Bey gönül isterdi ki çok geniş vaktimiz olsun o eşsiz sohbetinizle saatlerce konuşalım ama maalesef vaktimiz dar ve hemen rotayı tiyatroya çevirmek istiyorum. Sizin yazdığınız ve oynadığınız tek kişilik oyununuz “Sıfır Telaş” tan bahsedebilir misiniz?
O.Ö: Bu oyunu pandemi dönemine denk gelen bir zamanda çıkardım. Aslında kurmuş olduğum Tiyatro Perest’te çıkarmış olduğum beşinci oyunum Sıfır Telaş. Bu oyunu otuzlu yaşlarımda yazdım. Aslında benimle birlikte de büyüyen bir oyun diyebiliriz. Ben yaşlarda olan Yamaç Ulaş adında bir adamın dedesinin rahatsızlığından dolayı eşini ve kızını İstanbul’da bırakıp kısa bir süreliğine Gelibolu’ya dedesinin yanına gitmesini konu alıyor. Dedesinin rahatsızlığı ilerleyince kısa bir süre için gittiği Gelibolu’da uzun bir süre daha kalması gerekiyor. Bu zaman zarfında oranın yerel radyosunda radyo programcılığı teklifi alıyor ve hayatının akışı bir anda değişiyor. Gitmekle kalmak arasında bir seçim yapması gerekiyor. Aslında sabah dokuz akşam beş bir işte uzun yıllar çalışmış fakat hiç mutlu olamamış milyonlarca insan gibi.Yerel bir radyoda bir program yapma fırsatı ona verildiğinde ve programda iyi gittiğinde, oradaki sevilme duygusu hayatta nelerden vazgeçebileceğimiz ile ilgili bize bazı şeyler sunuyor. İstanbul’da eşini ve çocuğunu bırakıp Çanakkale’nin küçük bir beldesine gidiyor ve aldığı bir iş teklifiyle hayatı değişiyor. Ailesinden uzakta ve çok sevildiği bir yerde aslında belki de hayatının en büyük sınavlarından birini veriyor.
Oyunun yönetmeni siz misiniz?
O.Ö: Hayır. Yönetmenimiz Doğu Yaşar Akal. Doğu benim yüksek lisanstan da arkadaşımdı ama denk gelememiştik. Bir Galatasaray maçında tesadüfen stadyumda tanışmıştık. Ben bir oyuna dışarıdan birisinin bakması taraftarıyım. Ben yazıp, oynayıp, yönetmenliğini de yapsaydım bu kadar etkili olmazdı diye düşünüyorum. Bu oyunda Doğu’nun çok emeği var. Yönetirken metine beraber bazı müdahalelerimiz oldu. Bazı şeyleri çıkarmak bazı şeyler eklemek gibi. Doğu aynı zamanda Zengin Mutfağı ve Engin Günaydın ile yaptıkları Hücreler oyununun ve daha birçok oyunun yönetmenliğini yaptı.
Yanılmıyorsam Sıfır Telaş haricinde iki tiyatro oyununda daha yer alıyorsunuz?
O.Ö: Benim Oyun Atölyesi’ne girişim Haluk Bilginer ile oynadığımız Kral Lear oyunuyla olmuştu. 150 oyun oynadık ve bitti. Şimdi ise yine Oyun Atölyesi’nin Acındırma Propaganda Birimi adında başka bir oyununda Hasibe Eren, Mustafa Kırantepe ve Ezgi Coşkun ile oynuyorum. Onun dışında da Davran Tiyatrosu yapı [DT1] olan Üçü Bir Arada adlı oyunda da altı sezondur oynuyorum. Cem Davran ve Celil Nalçakan ile birlikte. Aslında bu oyuna ilk başladığımızda adı Erkekler Futbolu ve Dahasıydı fakat orada sanki seyirciyi negatif bir şekilde etkileyen bir şeyler olduğunu düşündüğümüz için adını değiştirdik. Üçü Bir Arada olarak devam ediyoruz. Oğlum Uzay ilk başladığımızda 1 yaşındaydı şimdi 7 yaşında yani 6 yıldır Uzay oyunu oynuyoruz.
Peki, ufukta başka projeler var mı?
O.Ö: Ufukta bitmiş bir tiyatro oyunum yok ama dijital platformda yayımlanabileceğini düşündüğüm yani bunu öngörerek yazdığım bir mini dizi var. Şu an onunla ilgileniyorum. Bunu ilk defa söylüyorum benim yazdığım ve oynadığım oyunum Sıfır Telaş’ın film olma ihtimali var. Berlin’de yaşayan yönetmen arkadaşım Alpgiray Uğurlu yönetmenliğini yapacak. Hatta geçtiğimiz yıl Altın Koza Film Festivalinde Erden Kıral En İyi Yönetmen Ödülünü aldı.
Şöyle bir soru yöneltmek istiyorum size; sizce gelecekte nasıl bir tiyatro anlayışına sahip olacağız? Sıfır Telaş’ın izlenme oranı nedir?
O.Ö: Ben Sıfır Telaş’ı 4 yıldır oynuyorum. Araya bir pandemi girdi. Fakat şu anda diğer oyunlarımın programından ve dizi çekimlerinden dolayı kendi oyunumu daha az oynayabiliyorum ve her oyunda seyirci bulmaya çalışıyorum. Yani seyirci var, evet bir şekilde seyirci var ama hiçbir oyuna yer kalmasın istiyorum mesela. 20 milyonluk şehirde 100 kişilik bir salonu her defasında doldurmaya çalışma gayreti beni bazen çok yoruyor. Çünkü ben öte yandan Haluk abi ile başka bir oyunda, Zorlu’nun en büyük sahnesinde oynadığımda hiç etliye sütlüye karışmadan 2000 kişiye oyun oynayıp, oyun bittiğinde selam verip kostümüm asılı bir şekilde, her şeyin bana altın tepside sunulduğu bir tecrübeyi de yaşıyorum. Bundan dolayı mutluyum. Çok güzel bir şey bu yaşadığım. Çok teşekkür ederim seyircimize. Oyunumuzu destekleyip, geldikleri için. Ama başka yerlerde de güzellikler var. Biraz onlara da yönelmek gerekiyor. Bazen hala düşünüyorum, bir eksikliğim mi var ya da sorun pazarlama kısmında mı acaba? Mesela gelen insanlar oyundan çok mutlu ayrılıyorlar. Benim bu oyuna 4 sezondur devam ediyor olmam gelenlerin diğerlerine söylemesi ve onların diğerlerine söylemesi üzerine yani fısıltı gazetesi sayesinde oldu. Seyircim yok diyemem ama ben istiyorum ki kapı duvar olsun. Çünkü çok emek veriyorum, veriyoruz.
İBB’nin özel tiyatrolara destek vermesi, sahnelerini çok az bir bedelle ya da bedelsiz sahnelerini açması gerekiyor.
O.Ö: İBB şunu yapıyor. İsmini tam hatırlayamıyorum ama bahar şenliği gibi bir festival düzenliyor ve bazı özel tiyatrolara sahnelerini açıp bazı günler için belirli bir bedel karşılığında halka ücretsiz bilet temin ediliyor ama bu senede bir defa olan bir şey. Sürekli olsa çok daha güzel olur. İnanın bazen şöyle bir şey hissediyorum; sokakta ya da başka bir yerde beni Yargı dizisinden tanıyıp yanıma gelen insanlara Sıfır Telaş oyunumun broşürünü veresim geliyor. “Yargı’yı beğendiğiniz için çok teşekkür ederim ama bir de sahnede izlemek istemez misiniz?” demek istiyorum. İşte biz bu noktada belirli bir yere kadar çaba gösterebiliyoruz. Benim burada iyi bildiğim bir şey hikâyeyi anlatabiliyor olmak, bunun çabasını veriyorum. Elim kalem tutuyorsa yazabiliyorumdur, oynayabiliyorsam sahnedeyimdir. Ama pazarlama stratejisi ve oyunu duyurmak alanındaki özellikler yok, bu da başka birinin özelliği olabilir. Ben belirli bir yere kadar bunu yapabiliyorum. Daha kurumsal bir tiyatroda daha iyi bir şekilde çözümlenebiliyor bunlar. Ben işimde konforumu daha çok Oyun Atölyesi ya da Davranış Atölyesi gibi yerlerde yaşayabiliyorum.
2022 senesinde Afife Jale Tiyatro Ödüllerine yılın en başarılı erkek oyuncusu olarak aday gösterilmiştim dört arkadaşımla beraber. Dolayısıyla ben aday olduktan sonra Sıfır Telaş’ın seyircisinde o dönem gözle görülür bir artış oldu. Çünkü insanların haberi oldu. Bu aslında benim parayla satın alamayacağım bir reklam oldu. Kendi çabam övgüye değer görüldüğü zaman seyircilerin de bundan haberi olmuş oldu. Böyle zincirleme bir şekilde sonuç almış oldum ama her yıl böyle bir şey olması beklenmediği için dolayısıyla bir şekilde başka bir yöntem bulunmalı.
Ülkemizde büyük ölçüde tiyatro yazarı sıkıntısı var. Döne döne aynı oyunları oynamak yerine, neden kendi yazarlarımızın oyunlarını oynamıyoruz sizce?
O.Ö: Yani yazıyorlarsa da acaba kapalı kapılar ardında insanların görebileceği, okuyabileceği şekilde mi yazmıyorlar? Ya da kendi kabuklarına çekilip mi yazıyorlar? Bunları bilmemize imkân yok. Özellikle tiyatroda daha fazla yazar olması gerekiyor, doğru söylüyorsunuz. Hep aynı isimlerin oyunları, her sene yeni oyunlar olarak önümüze geliyor. Belki başka yazarlar da vardır ama onların da su yüzüne çıkmasına olanak sağlamayan ekonomik anlamda bir karşılığının olmaması mı oluyor acaba? Böyle olunca da başka bir şeye mi yöneliyorlar. Genç yazar adaylarını teşvik etmek için belediyelerin yarışmalar düzenlemesi yazarları, bu işe gönül verenlerin artmasını sağlayabilir. Mesela ben aktif bir şekilde mesleğimi yapıyorum. Bana bir kere bile, “Bir oyunum var ve sizin oynamanızı istiyorum. Bir okuyabilir misiniz metni?” diye hiç mesaj ya da mail gelmedi mesela. Bundan gocunduğum için söylemiyorum. Ben bir yazarın oyununu oynamak için ona mail atmışımdır ya da ekip olarak bir yazarın oyununu oynamak istediğimizde ona bir şekilde ulaşmışızdır. Aslında bazı şeyler istemekle alakalı. Ben bir yazar olsam yazdığım oyunların sahnelenmesine benim de biraz katkıda bulunmam lazım. Oturduğum yerde masa üstünde 2-3 oyunumun olması pek bir şey ifade etmez açıkçası. O oyunu yazan yazar arkadaşım acaba gidip bir tiyatro yapımcısının ya da yazdığı metindeki karaktere uyan oyuncunun kapısını çalıyor mu? Belki çalmışlardır ama bir kere ile olmaz. Aşındırmaları gerek. Yola devam edebilmek için. Ben mesela Yargı dizisinin Osman’ı olarak biliniyorum ve bunun Sıfır Telaş oyunuma bir katkısı olacaksa burada bunu belirtmenizden de gocunmam. Çünkü Yargı dizisindeki Osman da benim. İnsanlar orada Osman’ı görüyorlar ama ben biliyorum 2003 yılında 18 yaşındayken Pıtırcıklar diye bir çocuk oyununda oynarken göbeğimde sıkıca bağlanmış yastık dev obur kostümünün içinde 1 saat oyun oynadıktan sonra kan ter içinde kalıp sonrasında kamyona dekor taşıdığım günler de dün gibi aklımda. O günler aslında bu günlerin temelini oluşturuyordu benim adıma. Dolayısıyla ben şimdi bizim tanıdığımız ve o merdivenleri çok hızlı tırmandığını düşündüğümüz bazı arkadaşlarımızın halinde ve tavrında hoşgörüden uzak bir eğilim gördüğümde sadece bakıyorum. Nelerden ödün verdin? Mesleki anlamda ne kadar çaba gösterdin de karşılığında böyle bir yerdesin. Ben şu an çok mutluyum böyle bir dizide yer aldığım için ama bunun öncesine benim hiç durmadan çalışıp çabaladığım bir 20 yıl var. Çok fazla inişler çıkışlar yaşadım. Mesela Öyle Bir Geçer Zamanki dizisinde oynadığım dönemde arkadaşlarım paralarını başka şekilde kullanıyorken ben Al Pacino’nun oynadığı Venedik Tacirini seyretmek için 2 günlüğüne New York’a gittim. Cebimdeki kısıtlı parayla, Amerika’ya ilk gidişim, tek başıma ve bir sırt çantasıyla. Sırf Al Pacino’yu izlemek için. İzledim, fotoğraf bile çektirdim. Bunu niye anlattım Al Pacino’yu sahnede izlemek benim için büyük bir şanstı ama bu şansı ben kendim yarattım. Şimdi bu zor olabilir ama o dönem bunu yapmak o kadar zor değildi. Sadece çabaladım. Bir şeyi gerçekten istiyor musun? İşte önemli olan bu. Bundan 1 yıl sonra İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın davetlisi olarak Kevin Spacey geliyor, Üçüncü Richard’ı oynayacak ve buradaki genç oyuncularla workshop yapacak diye bir duyuru yaptılar. Hemen başvurdum. İyi derecede İngilizce’ye sahip olmak gerekiyordu fakat iyi derecede İngilizce bilmiyordum. Dedim ki; çalışırım hallederim. Başvurdum ve seçildim. İngilizce video çekip Kevin Spacey Vakfı’na yollamanız gerek dediler. Onu da yaptım ve oradan haber geldi, seçilmişim. Burada workshop’u yaptık. Sonrasında asıl bomba şu oldu. Birkaç ay sonra Kevin Spacey Vakfı’ndan şöyle bir mail aldım. “Gittiğimiz her ülkeden heyecan verici iki performansı seçtik. Sizi bir hafta New York’a Shakespeare’i çalışmaya davet ediyoruz.” Büşra Pekin ve ben Türkiye’den seçilmiş iki oyuncu olarak ertesi yıl New York’a gittik. Bu bir piyango değil, birinin bana sunduğu bir imkân değil. Kendim yarattım bunu ve bundan da gurur duyuyorum. Bu mutluluğu yaşamak için çok fazla görünür oldum, çok fazla çabaladım. Ben deprem yönetmeliğine uygun bir temek inşaa ettim kendime. Ben hala oradaki genç çocuğun heyecanıyla yürüyorum.
Anlattıklarınızın birçok gence feyz olacağını biliyorum. Çabalamadan bir yere gelmemize imkân yok. Fakat bu yoğunluğunuzun arasında müziğe de ayrı bir sevdanızın olduğunu biliyorum. Peki, hayatta olan ya da olmayan hangi sanatçıyla aynı sahneyi paylaşmak isterdiniz?
O.Ö: Özkan Uğur ile aynı sahneyi paylaşmayı çok isterdim. Tabi bir amaç değildi ama siz sorunca birden aklıma geldi.
Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni olsanız ilk değiştireceğiniz ne olurdu?
O.Ö: Ben Şehir Tiyatrolarında karar verici bir pozisyonda olsam gençlerin çok daha sahada olduğu bir kadro kurmaya çalışırdım. Çıraklar ve ustalar olarak bir şekilde harmanlayabileceğim oyunlar yaratmak isterdim. Şehir Tiyatrosuna ilk defa adım atacak olan genç bir oyuncuya orada birkaç yıl boyunca pişmesini beklemek gibi bir zorunluluk dayatmazdım mesela. Hamlet’i 45-50 yaşında birinin oynamasındansa 22-23 yaşında bir arkadaşımızın oynamasına olanak sağlardım. Yetenekli olduğu aşikâr olan 18-19 bir genç neden karşımıza Shakespeare karakteri olarak çıkmasın. Bütün sezon neden onu izlemeyelim? Yani gençlerin çok daha fazla rol alabileceği, sorumluluk alabileceği bir sistem yaratmak isterdim. Emekliliği kaldırırdım. Tiyatrodan emekli olunmaz. Vaktiyle Şehir Tiyatrosundan emekli olmuş evinde oturan belki rol bekleyen bütün ustaların hepsine ulaşıp ilk başta bizimle olmak ister misiniz diye sorardım. Bir de özel tiyatrolarla ortak bir paydada buluşturabilecek festivaller düzenlerdim her yıl. Bu sayede seyircilerde bir şekilde bölüşülmüş olur. Ödenekli tiyatro geleneğinden gelen bir seyirci kitlesi var. Aktif olarak çalışmayan oyuncuları ücretsiz izine ayırırdım. Aslında hakkaniyetli bir ekonomik sistem oluşturmaya çalışırdım.
Onur Bey geleneksel tiyatro anlayışımız sizce günden güne yok mu oluyor?
O.Ö: Yok olmaması için mümkün olduğunca çabalamalıyız. Bakış açımızı batıya çevirmekte hiçbir beis görmüyorum eğer ayaklarımız bu topraklara basıyorsa. Ben çok uzun yıllar Martinlerin, Jameslerin, Jonathanların hikâyelerini anlattım ama asıl mevzunun Hikmet’te, Hulusi’de, Serap’ta, Ahmet’te, Hüseyin’de olduğunu anlamam çok uzun yıllarımı aldı. Ben buranın insanlarını, buranın hikâyelerini buralı bir şekilde anlatmanın daha değerli olduğunu düşünüyorum.
Son olarak görüşlerinizi alabilir miyim?
O.Ö: Her şeyin çok güzel olacağına inanmak zorundayız. “Sıfır Telaş” ta Yamaç’ın dediği gibi “Başımıza ne gelirse gelsin, her şeyin çok güzel olacağına inanmak zorundayız.” Böyle bir hayat yaşıyoruz. Ne istediğimizi bilelim. İstediklerimiz için çaba gösterelim ki mutluluk ona doğru adım atarak sahip olabileceğimiz bir şey. Bunu bilerek yaşayalım.
Bu güzel sohbet için Onur Bey çok teşekkür ediyorum.
O.Ö: Ben teşekkür ederim.
[DT1]Anlam bozukluğu, yapısı mı kelime hatası mı?