AYLAK DERGİ

Özge Senem Baydar

TOMRİS UYAR ve DİZBOYU PAPATYALAR

Tomris Uyar edebiyat hayatına 1962 yılında çeşitli dergilerde yayımladığı deneme, öykü, eleştiri ve incelemeleriyle giriş yapmıştır. Bilinirliğinin ve ulaşılabilirliğinin en çok arttığı dönem ise 1966 yılında yazılarını paylaşmaya başladığı Papirüs dergisi dönemidir. Sadece bu dergiyle kalmamış, daha birçok farklı dergide de yazılarını okuyucuya sunmuştur. Tomris Uyar’ın edebi hayatının yanında magazinsel yaşantısı daha çok merak konusudur. Hatta bir dönem kendisine İkinci Yenicilerin gelini adı bile verilmiştir.

 Tomris Uyar; Ülkü Tamer’in, Cemal Süreya’nın, Edip Cansever’in ve Turgut Uyar’ın karısı olmaktan çok daha fazlasıdır. Türkçe edebiyatın önemli kadın yazarlarından ve edebi kişiliklerinden biridir. Onu sadece evlilikleri ve ilişkileri çerçevesinde incelemek, tanıtmak oldukça yanlıştır. Tomris Uyar, sayılan isimlerden hiçbirinin üstüne basarak, ondan güç alarak edebiyat sahnesinde rol almamıştır. Bu sahnedeki yeri onun kişisel başarısıdır. 

            Tomris Uyar’ın öykücülüğü için üzerinde durulan temel konu karamsarlıktır. Uyar’ın öykülerinde ve yazılarında yoğun olarak kasvetli, karanlık ve bulanık havayı hissedebiliriz. Uyar, yaptığı birkaç röportajda da bu durumu kabul etmiştir. Behçet Çelik’in satırlarından hareketle Tomris Uyar’ın “Şimdiye dek pek o kadar yaşama sevincine dayalı öyküler yazdığımı sanmıyorum. Yaşama sevincini vermeyi yine çok istiyorum ama kötülükler, bayağılıklar, çirkinlikler ve adiliklerin hepsi bilindikten sonra bir yaşama sevinci kalabilirse eğer -ki kalıyor ister istemez- o noktayı zorlamak istiyorum. (Çelik, 2015, s.24) dediğini öğreniyoruz. Yazarın kendi cümlelerinden hareketle onun öykülerinde karamsarlık ve depresif bir hava hâkim olsa da kendi içinde bir umut olduğunu anlayabiliyoruz. 

            Tıpkı öykülerinde yaptığı gibi röportajlarında da ters köşeleriyle okuyucularını şaşırtıyor Tomris Uyar. Bu kez de yansıtmak istediği umut noktasından vazgeçip “Bayağılıklar, yolsuzluklar, kırımlar her an gözümün önündeyken oyalayıcı bir şeyler yazmaktansa kopkoyu bir karamsarlığı tercih ederim.” (Çelik, 2015, s.24) diyerek bize verebileceğini söylediği umut kırıntısını da bırakmıyor okurlarına. Bu karamsarlığın sebebi Tomris Uyar’ın gerçekçi bir yazar ve insan olmasından kaynaklanır. Okuyucusunu bir gül bahçesinde dolaştırıp tek bir dikene değmeyeceğinin vaadini vermez. O bahçede dolaşmak istiyorsa eğer insan, vücuduna batacak dikenleri de tenini okşayacak gülleri de kabul etmesi gerektiğini öğretiyor. Her şeye rağmen okuyucuyu memnun etmek için cenneti vadetmiyor.

Öyküler

            Tomris Uyar’ın (2011) Dizboyu Papatyalar kitabı sekiz öyküden oluşmaktadır. İlk öykü “Hakların En Güzeli”dir. Öykü, Hüseyin’e yazılan bir mektup şeklinde gibi görünse de bir kadınla karşılıklı konuşması şeklindedir. Uyar, bizlere sadece Hüseyin’in konuşmalarını aktarmıştır. Öykü, köyden kente göçmüş bir erkeğin kadınlar hakkındaki düşünceleri üzerine şekillenmiştir. Hüseyin’e göre kadınlar ikiye ayrılır: fahişeler ve hanım hanımcık olanlar. Öyküden anlaşıldığı üzere Hüseyin, hayatı kötü ve karanlık işlerle geçen ve geçmişi çok da temiz olmayan bir köy erkeğidir. Hüseyin’e göre hanım hanımcık olan kadınlar yemek yaparlar, çamaşır yıkarlar, bulaşık yıkarlar ve tabii ki çocuk doğururlar. Öyküde diyalogda bulunduğu kadın da anladığımız kadarıyla Hüseyin’in kendisinin kadınlığını yorumlamasını ister. Ardından başlar abla dediği hanımın kadınlığını yorumlamaya. Ona göre kadının “Rakı mı içsek?” demesi yanlıştır. Hanım hanımcık bir kadının öyle sorular sormaması gerekir. Oturaklı olması gerekir, karşı cinsiyle yakın diyaloglarda bulunmaması gerekir, eğlenmeye gitmemesi, alkol almaması gerekir. Bunun lafını dahi açmaması gerekir. 

            Bu öyküyle beraber Tomris Uyar kadınlar üzerindeki toplumsal baskıları düşündürür okuruna. Metinde ataerkil toplumun getirdiği kadın çalışmaz, kadın okumaz; kadın çocuk bakar, kadın yemek yapar, kocasına iyi bakar gibi algıların yansımasını görürüz. Genel olarak kadınların var olma süreçlerinde nasıl zorbalıklara, baskılara ve dayatmalara maruz kaldığı bir anlatıdır “Hakların En Güzeli”. 

            Tomris Uyar, öyküyü yazarken Hüseyin’in düşünceleri arasında kendi mesajlarını da vermiştir. Bu ataerkil toplumda kadın olarak yaşamanın çok daha zor olduğu bu zamanlarda bunun önemini çok daha iyi anlıyoruz. Behçet Çelik’in de dediği gibi “İnsanların kaderini içinde yaşadıkları toplumdan ayrı tutmaz Tomris Uyar.” Ve son olarak Hüseyin’in de dediği gibi “Yırtına bozula düzelecek bu dünya ama biz yetişemeyeceğiz nasılsa.” (s.8). Bizlerin de yetişebildiği, değişen bir düzenin olabileceğine olan umutla.. 

            Kitabın ikinci öyküsü “Emekli Albay Halit Akçam’ın İki Günü”dür. Öykü, Turgut’a ithafen yazılmıştır. Oğluna mı, eşine mi yazdığı ise bilinmez. Öykü dört bölümden oluşur. İlk bölüm “Evde”dir. Başkarakterimiz Şirin Apartmanının yöneticisi olan Halit Akçam’dır. Tomris Uyar’ın yazılarındaki karamsar ve mutsuz havanın aksine Halit Akçam o sabah yaşam enerjisiyle uyanmıştır ve öykü bunun üzerinden ilerler. Mutlulukla uyanıp pencereden bakar, okurlara dışarıdaki hayatı aktarır. Halit Akçam, sadece emekli bir albay olmanın dışında iyi de bir gözlemcidir. Sessizliği çok sever. Bunun sebebi de günlük yazıyor olmasıdır. Seste, gürültüde ilham gelmez ve yazılarını yazamaz. Tıraşını olurken ne kadar yaşlandığını fark eder, eski günleri aklına gelir ve şunu ekler: “Geçmişe mâzi, yenmişe kûzi derler. Açmamalı.” (s.17) 

            İkinci bölüm “Sokaklarda”dır. Bu bölümde karakter kendini sorgulamaya başlar. Olaylara karşı verdiği tepkilerin değişiminin sebeplerini bulmaya çalışır. Öykünün genelinde okuyucuya geçmişe duyulan özlem anlatılmıştır. Hayatın değiştiği, yaşlandıkça bedensel ve ruhsal değişimler hatırlatılmıştır. Hatta bu sebepledir ki Halit Akçam da geçmişini bulmak için o zamanlarda dolaştığı, ona eski zamanlarını anımsatabilecek bir yer olan Beşiktaş’a gider. Burada gençliğine dair kötü olayları hatırlar ve yaşamının nasıl değiştiğinin iç hesaplaşmasını yapar. 

            Zaman zaman askerliğinden gelen bir görev bilinciyle olsa gerek, apartmandaki evlere çıkıp insanları gözlemlediğini yazmıştır. Hatta işi bir dairedeki öğrencilere kimlik araması yapmaya kadar götürmüştür. Bunun yapılmasını bir düzen olarak gördüğünü, düzeni ve huzuru da bu baskıcı politikanın sağlayacağına inandığını da bize günlüğündeki şu sözlerle söylemiştir: “Toplumun bünyesindeki aksaklıklar, fertlerde de kendini gösteriyor, genel bir laçkalığa yeşil ışık yakıyor.”

            Öykünün üçüncü bölümü olan “Fiks Mönü” de Halit’in harp okulundan arkadaşının yanına gitmesiyle başlar. Yine eski günlere olan özlemler dile getirilir. Eski, genç ve mutlu dönemler yad edilir. Ve öykünün en vurucu kısmına yaklaşılırken bir isim çıkar ortaya, Nuran. Nuran, Halit Akçam’ın âşık olduğu kadındır. Bu kadın, “kötü kadın” rolündedir. Kötü yola düşmüştür, adı birçok erkekle anılmıştır. Öykünün dördüncü bölümü olan “Gazetede” kısmı ise en önemli bölümdür. Mekandaki şarkıcıyı Nuran’a benzetirler. Şarkıcı “Nereden Sevdim O Zalim Kadını” şarkısını söylerken Albay silahını çıkarır, ateş eder. Mermilerden birinin bir adama isabet etmesiyle adam yere yığılır ve hikâye burada biter. Tomris Uyar, genel olarak bu öyküde geçmişe olan özlem durumunu göstermiştir. Yaşlandıkça, yaş aldıkça geçmişe duyulan özlemin büyüklüğü ve geçmiş hayatın hissettirdikleri elbet çok farklı duygulardır. Hikâyenin sonunda Albay’ın birini vurmasını Tomris Uyar’ın aydınlanma anlarından biri olarak alabiliriz. Tomris Uyar’ın öykülerinin en önemli özelliklerinden biri bu anlardır. Olaylar tamamen sarpa sarmışken, şimdi ne olacak, nasıl devam edilecek diye düşünülürken birdenbire her şey çözülür ve bir sonuca bağlanır. İşte bu durum onun eserlerindeki aydınlanma anlarıdır. 

            Kitaptaki üçüncü öykü “Yaz Suyu”dur. Öykü, Aydın’ın yengesine yazdığı mektuplar üzerinden işlenmiştir ve dört bölümden oluşur. Birinci bölüm yolda, trende geçmektedir. Hikâyenin başkahramanı olan Aydın, eğitimi için köyden İstanbul’a gelmek ister ve yola çıkar. Trende bir kızla tanışırlar. Trendeki konuşma ayrıldıktan sonra mektuplaşmayla devam eder. Aydın yavaş yavaş kızın onun üzerinde kurduğu baskıdan rahatsızlık duyar ve ondan ayrılmayı düşünür. 

Öykünün ikinci bölümünde Aydın kızdan ayrılmak için buluşmak ister ve Kırkağaç’ta buluşmak için sözleşirler. Aydın’ın hesaplamadığı bir sorun vardır ki o da kızın abilerinin onu öğrenmesi riskidir. Kaldı ki öykünün üçüncü bölümünde bu durumu öğrenirler ve Aydın kızın ailesiyle tanışmak zorunda kalır. Tanışmakla da kalınmaz kızın babası Aydın’a mekân açması için sermaye verir ve kızıyla evlendirir. Aydın ayrılmak için buluşmak istediği kızla evlenmiş olur. 

            Bu öyküde ilişkiler üzerindeki toplumsal baskı okura aktarılmıştır. Örneğin Aydın’ın yengesinin her şeyi bilmesine rağmen olaya asla karışmamasının karşısında kızın abilerinin kızı dövmesi ve Aydın’la evlendirmesi çok farklı düşünce tarzlarıdır. Maalesef ki bu zihniyet 21.yy Türkiye’sinde hala devam etmekte. Tomris Uyar da öyküde bunu anlatmış, kadın ve erkek eşitsizliğine ve ailelerin ikili ilişkilere olan etkisine değinmiştir. Sadece ilişkiler konusuna değinmekle de kalmamış aynı zamanda iş hayatındaki ve aslında yaşamdaki ‘eşitsizlik’ durumuna da değinmiştir: “Kim kimin sırtına binmiş, kim kimin avantasından geçiniyor. Çiçek-şapka dersi gören bir taşra kızının benden ne isteyeceğini, neler umacağını biliyorum artık.” (s.33). Aydın evliliklerinin beşinci yılında yengesine yazdığı mektupta evliliklerinin üstünden beş yıl geçmesine rağmen hala alışamadığından ve aslında bu durumu istemediğinden bahsetmiştir. Bu da zorla güzellik olmaz cümlesinin en güzel kanıtıdır. 

Aydın öykünün sonunda eşine bir masa hazırlar ve bu yemeği birbirini gerçekten seven bir adamla bir kadın için hazırladığını söyler. Bu yönüyle baktığımızda istenmeyen bir kadın ve onunla olmak zorunda kalan bir adamın ilişkisi, Tomris Uyar’ın karakterlerindeki güçlü kadın imajının dışında kalır. Lakin bu da içinde bulunduğumuz hayat koşullarında kadınların yaşamak zorunda bırakıldıkları bir hayat gerçeğidir. Bu sebeple Tomris Uyar’ın da bu konuyu işlemesi şaşılacak bir durum değildir.

Kitaptaki diğer öykü “Şen Ol Bayburt”tur. Bu hikâye bir odanın içerisinde üç kişi etrafında geçer. Behçet başkahramandır. Yaşlandıkça değişildiğinden, insanların yaş aldıkça hata yapma olasılıklarının arttığından bahseder. Ve yine bu öyküde de hayatın doğal akışı sebebiyle yaşanılan durumların Tomris Uyar’da yarattığı melankolik havayı soluyoruz.

 Öykü beş bölüme ayrılmıştır. İlk bölüm olan “Bir Konuk”ta karı-koca olan Behçet ve Feride’nin ilk tanıştığı zamanlar anlatılır. Behçet’in yaşlılığı sebebiyle artık Feride’yi çok hatırlamaması sebebiyle Feride’nin bu duruma yakınmaları üzerine oluşmuştur. İkinci kısım olan “Bir Oda”da konuşmaların geçtiği odanın detaylı tasvirinin yapıldığını görüyoruz. Bu bölümde Feride’nin akvaryumu temizlerken balıkların kendilerini doğal yaşam alanlarında hissetmelerini sağlamak için yaptığı şeyleri aslıda artık herhangi bir canlıyı yitirmeme isteğinden kaynaklandığını görüyoruz. “Bir yitiği daha göze alamazdı artık. Bunlar elinin altındaydılar, hiç değilse, bir yere gidemezlerdi.”

Üçüncü kısım olan “Bir Ad”da bir isim özelinde konu işlenir. İspanyol Feride ismi incelenir. İlk bölümde adı geçen Feride’nin evlenmeden önce bu lakapla anıldığını öğreniyoruz. Bu bölümde Feride’nin adının neden Feride olduğu, ailesine ne olduğu, nasıl bir hayatı olduğu gibi sorulara cevaplar verilir. Hatta Hüseyin’in yaptığı kadın sınıflandırmasına göre Feride’nin birinci grupta yer aldığı için Behçet’in ailesiyle görüşmediğini öğreniyoruz. 

Dördüncü bölüm olan “Bir Yasa”da artık aşklarının nasıl başladığı, Behçet’in iş hayatı gibi konulara geçilir. Yaşlandıkları için ikisinin de çalışamaması ve emekli maaşlarının da olmaması sebebiyle yaşadıkları geçim sıkıntılarından bahsedilir. Bu nedenle aralarının kötü olduğundan aslında çok aşık bir çiftken geçim sıkıntıları sebebiyle nasıl kötü oldukları çok net bir biçimde ifade ediliyor. “Galiba güçlüklere birlikte karşı koymaya başladıktan sonra sevdik asıl birbirimizi.” (s.43) cümlesinin kurulduğu bir aşktan, “Behçet Bey, duyuyor musun sesimi? Sahipsiz bir köpek gibi kalmadın mı ortalıkta he?” (s.44) cümlesine gelinen bir ilişkiden bahsediliyor. Öykünün son kısmı olan “Bir Yemin”de ise bu yaşlı çiftin aldığı boşanma kararından bahsediliyor. Bu boşanma kararının tek sebebi maddi sıkıntılar çekmeleri. Bahriye Hanım’dan yalancı şahitlik yapmasını isteyip boşanmayı gerçekleştirmek ve Feride’nin babasından kalan emekli maaşını alabilmek istiyorlar. Yaşadıkları büyük aşkın sonunda formaliteden de olsa boşanmak yine Tomris Uyar’ın öykücülüğünün gerektirdiği karanlık havaya uygun bir durumdur. 

Öyküde Feride’nin aydınlanma anı keskin bir şekilde göze çarpıyor. Yılların getirdiği bir dostluk, arkadaşlık, sevgililik ve evliliğin sonunda boşanmanın olması artık birinden birinin aydınlanmasıyla gerçekleşebilecek bir durumdur. “Şen Ol Bayburt”ta da bu aydınlanmayı yaşayan Feride’dir. Yine de ne yaşarlarsa yaşasınlar o tükenmeyen aşkları günümüz ilişkilerine büyük ders niteliğindedir. 

Diğer bir öykümü kitabın da adı olan “Dizboyu Papatyalar”dır. Öykü bir çekirdek aile arasında geçer. Karabasanların musallat olduğu kemancı bir kadın olan Şermin, ergenliğine yeni girmeye başlamış on yedilerinde bir erkek çocuğu olan Ahmet ve işi dolayısıyla şehir dışında yaşayan bir eş ve baba olan Orhan etrafında çevrilmiştir. 

Şermin, öykünün başladığı sabah karabasanların kendisini rahatsız etmediğinden bahseder ve Orhan’dan gelen mektubu okumaya başlamasıyla öykünün konusu gün yüzüne çıkar. Mektubu isteksiz bir şekilde açar, Şermin için artık her şey monoton ve sıradandır. Mektupta ne yazdığını, Orhan’ın mektuba nasıl başladığına kadar bilir. Hayatta da karşılaştığımız ilişkilerdeki genel anlamda yaşamdaki monotonluktan bahsedilir. Orhan’ın mektubuna yine aynı heyecansızlıkla cevap verir Şermin. Şermin’in mektubunu okuduğumuzda Orhan için en önemli şeyin işi olduğunu anlıyoruz. “Tek deniz vardır senin sözlüğünde: denizcileri besleyen, doğuran, anaç deniz, gerisi ayrıntılardır.” (s.47). 

Öykü yine öncekilerde de olduğu gibi bölümlerden oluşmuştur. İlk bölümde karşılıklı mektuplaşmalarını ve hayatlarının ne kadar monoton olduğunu öğreniyoruz. İkinci bölümde artık mevsim kıştır. Şermin keman provasından çıkmış evine doğru gitmek üzere dolmuşa biner. Bu sırada aklından geçen tek şey insanların kemana ve ona iğneleyici gözlerle bakıp bakmadığıdır. Toplumun herhangi bir enstrüman taşımayı utanılacak bir şey olarak gördüğünden bahseder. Ve o kemanın aslında kendi tabutu olduğunu düşünür. “Oysa Şermin için, kendi mutsuzluğunun elle tutulur bir simgesiydi. Bir tabuttu düpedüz. Şermin’in taşımak zorunda olduğu kendi tabutu.” Yine bu öyküde de Tomris Uyar’ın öykülerindeki hayatın gerçeği, insanların mutsuzluğu, depresyon gibi ruh hallerini görüyoruz. Şermin’in kemanını tabutu gibi görmesi şaşırtıcı bir durumdur. Hayata karşı tüm heyecanını kaybetmiş bir kadın olduğu gerçeği günümüzde de karşılaştığımız bir durumdur. Dolmuştan ineceği sırada aslında Orhan’ın da o dolmuşta olduğunu anlıyoruz. Yol boyu hiç konuşmamalarının, Şermin’in kendi düşüncelerini okumamızın sebebi de sanıyorum ki bu mutsuzluktur. Artık bitmiş, tükenmiş bir evlilik gerçekliğidir yüzümüze çarpan.

Öykünün devamında Şermin iş hayatında da yaşadığı bunalımı, mutsuzluğu ve aslında en önemlisi değer görmediği gerçekleriyle okuyucuyu karşılar. Öyküde yaşanılan bunalım ve mutsuzluk havası sadece evlilik üzerinden ele alınmamıştır. Aşk hayatında, iş hayatında, arkadaşlık ilişkilerinde dahi bir mutsuzluk ve tükenmişlik içindedir Şermin. Asıl sorun ise istediği değeri ve önemi görememesidir. Yaptığı müziğin karşılık bulamaması, hak ettikleri değeri alamamalarıdır örneğin. Bu öyküdeki aydınlanma anı ise üçüncü bölümdeki gazete parçalarını bulunmasındadır. Şermin bir kış günü karın altında oturmuş konyağını yudumlarken bulduğu gazete parçalarını birleştirir. Birleştirdiği gazete parçalarının üstünde “… geçirmek istiyorsanız, sizi DİZBOYU PAPATYALAR…” yazmaktadır. Bir uçak firması ya da bir tatil beldesinin adı olduğunu düşünür ve bunalmış, mutsuz, kaçmak isteyen bir kadının da yapacağı gibi kalkar paltosunu alır ve evinden çıkar, gider. Şermin günümüzde sıkça karşılaşılan insan tiplemelerinden biridir. Tomris Uyar da bu öyküsünde bazen ne kadar umutsuz, mutsuz olsan da kendin için bir değişiklik yapılması gerektiği gerçeğinden bahsetmiştir. Bazen her şeyden bir nebze olsun uzaklaşmak her şeyi düzeltebilir. 

“Ömür Biter Yol Biter” kitabın altıncı öyküsüdür. Bu öyküdeki başkarakterimiz Müzeyyen’dir. Müzeyyen çocukken annesi tarafından terk edilmiş, hayatına giren erkekler tarafından mağdur edilmiş bir kadındır. Daha hayatının en başındayken yaşadığı terk edilmeyle kırılan öz güveni hayatına giren erkekler sebebiyle daha da kötü bir hal almıştır. Kızı annesinin de onun yanına Almanya’ya taşınmasını istemektedir. İşte bu sırada olaylar başlar. Onu terk eden kocasının borcu olduğunu öğrenir. Ama tabii ki bunu ödeyecek parası yoktur. Öykünün başında ziyaret etmeye gittiği Cengiz Bey yardımına koşar. 

Hayatında birçok erkekle karşılaşmasına ve iletişimde olmasına rağmen Müzeyyen’e kendini özel ve güzel hissettiren kimse olmamıştır. Kocasının da bu erkeklerden hiçbir farkı yoktur ve Müzeyyen kusuru kendinde arayıp arkadaşıyla sohbet eder. Kaldı ki arkadaşı da ona: “-Neden sevsin elin herifi seni? Sevilecek neyin var? Kim sevdi seni şimdiye kadar?” der. Yani sevilmemesinin suçlusunun bile kadın olduğunu söylemiştir. Burada da yine toplumun kadınlara yaptığı baskıları görmekteyiz. Kadın bedeni üzerinden yapılan eleştirilerle karşılaşıyoruz. Müzeyyen yaşadığı onca acıya rağmen kimselere dargın ya da kızgın değil. Annesini buluyor, helallik almaya, ziyaretine gidiyor. Yaşadığı tüm olaylarda kendinin suçlu olduğuna inanan bir kadının öz güveni nasıl düzelebilirdi ki? Müzeyyen’inki de düzelememişti zaten. Tomris Uyar bu öyküsünde de okuyuculara bedensel özellikleri yüzünden dışlanmış, toplumdan uzaklaştırılmış kadınları hatırlatmaktadır. 

Diğer öykümüz “Limanda”dır. Kitabın en uzun öyküsüdür, altı bölümden oluşmuştur. Artık unutulmaya yüz tutmuş bir oyuncu olan İzzet’in yeni film çekimi için altmışlarında olan Meliha Hanım’ın evinde kalmasıyla öykümüz başlar. Meliha çevresinde sevilmesine ve tatlı bir kadın olmasına rağmen yalnızlığı seçmiştir. İzzet de artık eskimeye başlamış bir oyuncudur. Bu sebeple bunalıma girmek üzere olan bir ruh hali içerisindedir. Bunu da İzzet’in şu cümlelerinden anlıyoruz: “Umutsuzluktan serpilmiş bahçeler bunlar. En yakın böyle tanımlanabilir. En yakın. Olup bitenlere.” (s.62). Ve ekler: “Belki de değil. Belki de tam tersi. Umutlu bir geleceği muştuluyor bu bahçeler. Unutmamalıyım ki geçkin bir aktörün gözüyle bakıyorum her şeye artık. İzlenimlerim çağı bitmiş bir Yeşilçam aktörünün sağlıksız izlenimleri.” (s.72).

Kendini toplumdan soyutlamış yaşlı bir kadın, ünlülüğünün eskisi kadar yaygın ve değerli olmadığını düşünen bir oyuncu etrafında geçen öyküde hayatın çirkinlikleri, ikiyüzlülüğü okuyucuya hissettirilir. Dizilerde ve filmlerde işlenen kadın-erkek ilişkilerindeki yapaylığın farkına varıyor İzzet. Erkek egemenliğinde yaşamını sürdüren kadınların bu şekilde yaşamalarında kendisinin de payı olduğunu düşünüyor ve yaptığı meslekten pişmanlık duyuyor. 

            Tomris Uyar bu öyküsünde şüphesiz o günün sinema sektörünü eleştirmiştir. Lakin hala değişen hiçbir şey yok. Her gün onlarca dizide erkek hegemonyasında ezilmiş bir sürü kadın karakterler izlettiriliyor televizyonlarda. Erkek eve saatinde geldiğinde minnet duyulacak bir şey olduğundan, başka bir kadınla ilişkiye girip sonrasında bitirdiğinde erkektir yapar, artık yapmıyor gibi bir düşünce sistemi dayatılıyor kadınlara. Zaten olması gereken buyken minnet edilmesi, tebrik edilmesi gerektiği dayatılıyor bilinçaltımıza. Meliha Hanım’ın dediği gibi “Bir tek inceliğin bile akılda kalması önemlidir.” (s.72). Hayatta incelikler olmalıdır ama hiç kimse bu inceliklerin kölesi olmamalıdır.

            Ve kitabın son öyküsü “Aykırı Dal Üstüne”dir. Bu öyküde başkahramanımız ölmekte olan bir kadındır. Bir sabah ayağa kalkma gücünü kendinde bulmasıyla yere düşer ve artık tamamen yatalak olur. Yaşlılığıyla yüzleşmek zorunda kalır. Hatta kitapta bu durum için şöyle söylenir. “Doğa bir ölüm bekliyordu.” (s.74). Kadın, bedenen tamamen çökmüştür aynı zamanda zihnini de kaybetmeye başlamıştır. Evin hizmetçisi olan Hatçe’nin gözünden de olaylar aktarılır. Hatçe evin tüm işleriyle ilgilenir, hanımını çok sever ve diğer hizmetçileri eğitmeye çalışır. Öykünün ilerleyen kısımlarında kadının son zamanları aktarılır. “Öpün beni, korkuyorum.’’ der kadın. Yalnızlıktan korkar, ölümden korkar, ölümü hatırlatacak hiçbir şey duymak istemez. Kim ister ki zaten yaşamının nasıl son bulacağını düşünmeyi, nasıl, ne zaman öleceğini bilmeyi?

            Tomris Uyar genel olarak öykücülüğünde kadınların olaylardan nasıl etkilendiğini, kadın olmanın getirdiği zorlukları göstermeyi amaçlar. Çoğu öyküsünde de kadınlar ana karakterlerdir zaten. “Hakların En Güzeli”nde köyden kente göçmüş bir erkek gözünden kadınların sınıflandırılması, “Emekli Albay Halit Akçam’ın İki Günü”nde Albay’ın meslek hayatının yansımalarını onu toplumdan nasıl uzaklaştırdığını ve geçmiş hesaplaşmalarını, “Şen Ol Bayburt”ta Feride’nin ilişkilerini, istenmeyen gelin oluşunu, “Yaz Suyu”nda istenmeyen bir evliliğin nasıl sonuçlar doğurduğunu, “Dizboyu Papatyalar”da müzisyen bir kadının bunalımını, “Ömür Biter Yol Biter”de bir kadının neden kendini hayattan soyutlamaya başladığını,öz güveninin yıkılışını, “Limanda”da İzzet’in bir erkek olarak oyunculuk yapması sebebiyle erkek egemen dünya düzenine hizmet ettiğini düşünerek yaşadığı pişmanlığı, “Aykırı Dal Üstüne”de ise yaşamının sonunu yaşayan bir kadının nasıl yalnızlığını yansıttığını görüyoruz. 

            Bu öykülerin hiçbiri yaşamdan uzak, gerçek hayattan bağımsız ve kopuk durumlar değiller. Tamamen hayatın gerçekliği üzerine farklı konularda yazılmış ama aynı amaca hizmet eden öykülerdir. Uyar’ın amacı bu düzeni biraz olsun değiştirebilmektir. Bunun ne kadar zor olduğunun da farkındadır kendisi. Tomris Uyar’ın da dediği gibi “Bana göre yapılmamış, benim için düzenlenmemiş bir dünyada yaşıyorum, doğru.”

            ‘’Yırtına bozula düzelecek bu düzen…’’

Kaynakça

UYAR, T. (2011).  Dizboyu Papatyalar, Yapı Kredi.

ÇELİK, B. (2015 Kasım). “Taze Solukla Onulmazlık Arasındaki Kıl Payı Ayrım”, Notos

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.