Çok hızlı yürürüm ben. Hep bir yere yetişecekmişim, yetişemeyecekmişim, geç kalacakmışım, bekletecekmişim, kaçıracakmışım gibi hırsla yürürüm. Yanımda yürüyenler de hayıflanır bu sebepten. “Biraz yavaş, bir yere mi yetişeğiz?” lafına sık maruz kalırım. O yüzden kiminle, nereye yürüdüğüme hep dikkat ederim. Yetişen, adımını uyduranla devam edip, geride kalanla da başka bir kavşakta karşılaşmayı beklemem. Yolda kalıp tekrar birlikte yürümek isteyen hiçkimse aynı değildir çünkü. Kıpırdamamak zihne eziyettir ve hatta Nietzsche der ki: “Daha önce de söylediğim gibi kutsal tine karşı işlenen esas günah, yerinden kıpırdamamaktır.” ve kuvvetle muhtemel günlük 8-10 saate çıkan yürüyüş saatleri de bu sebeptendi. Migreni iyiden iyiye arttığı zamanlarda iyi geleceğini düşünüp durmadan yürür, en güzel fikir uçuşmalarını bu yürüyüşlerde yaşar ve yazarmış. E hayat bu, diyorsun değil mi? Metafor seviyorsan evet hayat bu. Herkesin ulaşmak, yetişmek, varmak, olmak, kaçmak istediği bir şey ya da yer var hayatta. Nietzsche yaratmak, düşünmek, ağrılarını dindirmek için yürüdü. Yetişme arzusu buydu. Çünkü hayat sana rezerve edilmiş olsa da hareket halinde olan birinin duran birine karşı hayatta kalma şansının daha yüksek olduğunu biliyordu. İstediğin kadar yavaş ya da istediğin kadar hızlı fark etmez. Ne kadar yavaş olursan ol hiç başlamayan birine göre her zaman öndesin demiş bir zat. Yeter ki kullan zamanı, çevir lehine. Kullanılmayan her şey buna dahil çünkü. Akıl, ruh, beden bile… Yaşam döngüsü masasında yerin daha ne kadar rezerveli bilemezsin. Bilsen delirirsin. Kabul et ya da etme bir şeylere yetişmekle yetişememek arasında geçecek hayat. İnceldiği yerden çaaaat diye bir ses geldiğinde yetiş ama yetişme, geç kalmış olacaksın illaki bir yere. Birine, bir güne, sevdaya, türküye, filme, festivale… Hâlâ varsa vaktin o masadaki rezerveye ve seviyorsan yaşamayı yine de hadi at adımını yürü, ilerle. Zaten inanmışın kim durabilir önünde?