Linç: Halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş, sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesi.
Yönetmen Özcan Alper’in pek çok festivalden ödüllerle dönen son filmi, Karanlık Gece’yi sinemada izlememin ardından, Müze Gazhane’deki açık hava gösterimi ve yönetmenin söyleşisini de kaçırmak istemedim. Son olarak dijital platforma gelmesiyle birlikte toplamda üç kez izlemiş bulundum. Takdir edersiniz ki üzerine yazmasam olmazdı.
Oldum olası Özcan Alper sinemasını izleyici için pek çok anlamda doyurucu bulduğumdan, filmografisinin son eşiğini merakla beklemiştim. Nihayetinde bu bekleyiş beni hakikaten karanlık bir geceye götürdü. Söyleşi esnasında elektriklerin birdenbire kesilmesiyle ve benim o kalabalığın içinde “Aaa Karanlık Gece!” çığlığımla kısa, anlamlı ve tatlı bir anımız oldu filmle.
Bir Kötülük Meselesi
Özcan Alper, senaryosunu Murat Uyurkulak’la yazdığı Karanlık Gece’de klasik bir taşraya dönüş hikayesini değil, kolektif bir kötülük meselesini anlatıyor. Anlatı böyleyken bize mağdurun değil de faillerden birinin eşlik etmesiyle daha en başından olası tüm durağanlıklar kırılıyor ve böylece seyircinin karakterlerle özdeşlik kurmasının da büyük ölçüde önüne geçilmiş oluyor. Kaldı ki, Karanlık Gece’de sinemamızın diğer örneklerine nazaran “aydın” portresi de çok daha farklı çiziliyor. Tüm dinamikler öyle dengeli kuruluyor ki, hikâyeye haddinden fazla gölge düşüren olmuyor. Çok parçalı bu film, izleyenin karşısına muhteşem bir bütün olarak çıkıyor.
Vicdan ve Suç Ortaklığı
7 yıl sonra İshak’ın mecburiyetten kasabaya dönmesiyle başlayan hikâye, onu bitmeyen bir vicdan muhasebesine bizi ise 7 yıl öncesine götürüyor. Geçmiş ve bugün paralel bir zamansal düzlemde aynı anda akarken, flashbacklere yer verilmeksizin inşa edilen kurgu iki ayrı zamanın ahenkli dansını izletiyor. İzleyeni yormayan bu teknik, hikâyenin akışını da büyük ölçüde hızlandırıyor. İshak’ın vicdanı azap olup saçına sakalına siniyor. Yas ve suçluluk, kıpırtısız var oluşunun aksine İshak’ın mevcudiyetinde hararetli bir hesaplaşma olarak kendine yer buluyor. İshak bir köşede acı çekmektense eyleme geçmeyi tercih ediyor. Elbette arı kovanına çomak sokan herkes gibi ona da payına düşen gözdağı veriliyor. Çünkü ortak olunan suçlar, ortak bir sessizlik sözleşmesini de beraberinde getiriyor. Karakterin ana motivasyonu olan vicdan, diğer suç ortaklarında pek hissedilmezken İshak’ın gönüllü ödediği kefaretine bilindik bir kapı aralıyor. Nihayetinde vicdan dediğimiz şey, sonradan öğreniliyor ve bazıları hiç öğrenemiyor.
Aynılığın Grisi ve Ötekilerin Birlikteliği
Kabul etmek gerekir ki son dönemde sinemamızın kalbi taşrada atıyor. Farklı olanın parladığı o soluk yerde, aynılığın grisinde. Bundandır belki, kasabaya yeni gelen Ali’yi görür görmez alaycı bir yerden ona “parlak” demeleri. İshak ve Sultan’ın ilk andan beri Ali’nin ışıltısına kapılmaları da bundan. Çünkü onlar da ait oldukları yerin ötekisi. Tam da burada düğümlenen üç hayat, birine istemediği bir yaşantıyı, öbürüne sancıyan vicdanını, bir diğerine ise ölümü getiriyor. Herkes eril şiddetin doğurduğu mutlak kötülük ve linç kültüründen payına düşeni alıp, bir obruğun dibine atıyor. 7 sene obruğun dibinde bekleyenler ise İshak’ın gelişiyle bir sır gibi ürperiyor Sultan’ın yüzünde. Hayata tırnaklarını geçirmeye çalışan o genç kız, ikircikli bir hüzünle kırık tırnaklarıyla razı olduğu hayata bakıyor. İshak ise 7 yıl sonra yüreğinin yangınıyla karşılaşınca, dağ olsa devriliyor. Üstelik artık annesi de yok. Ardında bırakamıyor köpeğini, kimi var başka? Böylece Berkay Ateş bize palyaçoyla birlikte o enfes fotoğrafı veriyor.
Açık Yara ve Obruk
Elinde ıspanaklı börekle geliyor Sultan, incecik bir su gibi sızıyor Ali’nin hayatına çatlaklarından. Aslında sınıf öğretmenliği istiyor ama matematiği kötü. Ali’deki yaşam, en az İshak kadar heyecanlandırıyor Sultan’ı. Bir yara böyle açılıyor. Ali, kitaplığından “İçimizdeki şeytan”ı çıkarıp Sultan’a verirken civardaki tüm şeytanların kafeslerinden çıkacağını hesap edemiyor. Sabahattin Ali’yle benzer bir kaderi paylaşacağını bilmediği gibi muhtemelen obruklardan birinin adının “Kuyucaklı” olduğunu da bilmiyor. Toplumsal çöküntünün biçimsel bir karşılığı olarak obruklar, bugünlerde sinemamızın tuttuğu aynadan saklamaya çalıştığımız açık yaralarımız gibi görünüyor. Özcan Alper filmini gazeteci Nuh Köklü’ye adıyor.
Sinemamızın Kurak Günlerinde Bir Karanlık Gece
Karanlık Gece, yaşamı kucaklayan bir anlayışla insan-doğa ilişkisi üzerinden kötülüğü irdelerken, iyinin kötülüğe çektiği sınır çizgisini ihlal eden pek çok sorunu da gözler önüne seriyor. İzleyicinin “Kurak Günler” ile benzeşim kurduğu alanlar da burada ortaya çıkıyor. Avcılık ve obruk metaforlarının yanı sıra linç, karakterler arasındaki homoerotik gerilim ve hikâyenin devamlılığının vicdanlı suç ortağıyla sağlanması gibi ortak gri alanlar bu iki filmi özgünlüklerinden alıkoymaya yetmiyor. Ayrı ayrı iki güçlü anlatı olan filmler, bize ısrarla toplumsal gerçekliğimizin bir suretini veriyor.
Karanlık Gecenin Yıldızları
Son zamanlarda pek çok işini keyifle takip ettiğim Berkay Ateş, İshak’a hayat verirken oyunculuğunun bütün hünerlerini hiç parazitsiz, dupduru ortaya koyuyor. Zorlu pek çok sahneyi kendine has doğasıyla olağan kılıyor. Sultan içinse, Pınar Deniz’den başkası düşünülemezmiş, hayatın çok içinden çok gerçek bir karakteri yine pek tanıdık bir yerden gösteriyor bize Pınar Deniz. Cem Yiğit Üzümoğlu ise Ali’ye ruh üflerken onun tüm tutkusunu, yaşamda kendine açtığı yeri izleyiciye doğrudan bir kabul gibi sunuyor. Benim için seyir zevki en yüksek sahneler ise Sibel Kekilli ve Taner Birsel’in muhteşem baba-kız sahneleriydi diyebilirim. Sözün özü, tüm ekip sağlam bir tebriği hak ediyor.