AYLAK DERGİ

TEKİN DENİZ

BİR HALK ADAMI: ULVİ URAZ!

“1921 yılında dünyaya gelmiş Ulvi Uraz ve neden halkın çocukları yoksul doğar, diye düşünmeye başlamış. Derin derin, inançlı inançlı ve yasak yasak bunu düşünmüş. Halk çocuklarına kim sahip çıkacak, demiş. 3 yıl 22 gün, halkı sevmekten zindanı boylamış Ulvi Uraz.”

İşte böyle yazıyor, elli küsür sene önce çıkan bir gazetenin satır aralarında. Ulvi Uraz’ın adını anınca, ister istemez her sanatçı aydın mıdır, sorusunu düşünüyorum. Ya da olmalı mıdır? Belirli bir duyarlılığı, donanımı, kültürü, öngörüyü ve uzgörüyü taşımalı mıdır? Yaşadığı toprakların, o topraklardaki insanların gündelik reflekslerini, heyecanlarını, korkularını, yanılgılarını, bilge yanlarını ve bütün bunların nedenlerine bir bakmalı mıdır? Aydın nedir peki? Aydın kime denir? Aydın, aymaktan, yani uyanmaktan gelir. Uyanmış, ışığı alnında taşıyan ve bu ışıkla çağını ve çevresini karanlıklardan kurtarmak için mücadele eden kişidir.

Galiba ünlü olmakla sanatçı olmak arasındaki ayrım da buralarda bir yerlerde gizli. Bir sirk maymunu da 3-5 günlüğüne çok ünlü olabilirken, bir köpek dahi bir televizyon programındaki yetenek yarışmasını birinci bitirebilirken, aydının ve sanatçının durduğu yer hiç şüphesiz daha uzun soluklu, daha derin, daha köklü ve daha dişe dokunur bir yerdir. Ulvi Uraz’ın saygınlığını, ustalığını, adının her anılışında ceketlerin düğmelerinin iliklenişini de buradan anlamalıyız. Çünkü saygı kimse tarafından sokakta bulunabilecek bir mefhum değildir. Onu bir ömür süren emek dolu mazimiz içinde bizler kendi alın terimizle inşa ederiz. 

Ulvi Uraz, Müjdat Gezen’in anlatımıyla; kısa boylu, tıknazca, sevimli yüzlü, maviş gözlü, biraz kuşkulu bakışlı, güzel ses tonu olan bir aktördü. Sürekli çatışabileceğiniz, sorular sorabileceğiniz, sorular sordurabileceğiniz ama günün sonunda mutlaka sanata ve hayata dair dişe dokunur bir değer üreteceğiniz oldukça kıymetli bir ustaydı.

Ülkesini ve halkını o kadar seviyordu ki oyunlarını hep bu dilin, Türkçemizin eserlerinden seçiyordu. Ahmet Kutsi Tecer, Haldun Taner, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Orhan Veli, Adalet Ağaoğlu ve daha nice isimle tiyatro meseleleri hakkında konuşuyor, dinliyor, dilimizin seçkin eserlerinin yarınlara taşınması için uğraş veriyordu. Sahnelediği oyunların neredeyse tamamında 1940 kuşağının toplumcu gerçekçi dilini görmenin yanı sıra yine bu kuşağa özgü olan o tatlı, naif, kabalığa kaçmayan mizahi dile de tanıklık ediyorduk.

Ulvi Uraz, hemen hemen tüm yaşamı boyunca maddi ve psikolojik baskılar altında sanatını yapmaya çabaladı. Onu özel kılan en önemli değerlerden biri de elbette el verdiği gençler, cesaretlendirip sahneye çıkarttığı yeni yetenekler olmuştu. Kimler geçmedi de Ulvi Uraz okulundan! Zeki Alasya, Metin Akpınar, Ahmet Gülhan, Kemal Sunal, Ercan Yazgan, Ali Poyrazoğlu ve daha nicesi… Hepsi bu değerli ustanın tedrisatından geçip sanat yolculuklarında birer kırılma ânı yaşadılar. Başka bir seviyeye çıktılar.

Ulvi Uraz’ın konservatuvar yılları, İkinci Dünya Savaşı’nın buhranlı günlerine denk gelir. Türkiye savaşa girmemiştir ama ülkede yine de büyük bir telaş, yokluk ve baskı vardır. Nâzım Hikmet hapistedir ve Ulvi Uraz’ın bizzat tanıştığı, meşhur hoca Ebert’in çevirmenliğini yapan Sabahattin Âli ise sadece birkaç yıl sonra öldürülecektir. Ülkede tıpkı Amerika’da olduğu gibi bir komünist avı başlatılmış, Orhan Veli ve arkadaşlarının yanı sıra bu süreçte Rıfat Ilgaz, Attila İlhan, Aziz Nesin, Ruhi Su gibi nice isim zindanlara atılmıştı.

Çağının tanığı olan Ulvi Uraz, tam da böyle bir ortam içinde yükselen ve sırtı palazlanan gericiliği görmüş, halka karşı, emekçilere karşı girişilen saldırıları bizzat yaşamış ve buna karşı her daim mücadele etmiştir. Bu sebepledir ki öldükten sonra bile kapısına “sırf tiyatro yaptığı için, halktan yana tavır takındığı için” vergi memurları, icra memurları gönderilmiştir.

Biliyor musunuz ki bu güzel kültür ve sanat insanının, yurt ve emekçi sevdalısının mezar taşında, tıpkı kendisi gibi türlü baskılarla yaşamaya mecbur bırakılan büyük memleket şairimiz Nâzım Hikmet’in ilk şiiri olarak gösterilen şu şiir vardır:

“Bir inilti duydum serviliklerde

Dedim: Burada da ağlayan var mı?

Yoksa tek başına bu kuytu yerde,

Eski bir sevdayı anan rüzgâr mı?

Gözlere inerken siyah örtüler,

Umardım ki artık ölenler güler,

Yoksa hayatında sevmiş ölüler,

Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?”

Ulvi Uraz’ın kabri, İstanbul’un Bebek semtinde bulunan meşhur Aşiyan mezarlığında, hemen girişte, Tanpınar’ın kabrinin biraz ilerisinde bulunmaktadır. Elbette hemen yanında da eşi Selçuk Uraz uyumaktadır. Bir sevdayı bölüşür gibi ebediyete dek bölüşüyorlar bu güzel ülkenin güzel toprağını yan yana. Şayet yolunuz düşerse, benden de selâm edin mutlaka…

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.