AYLAK DERGİ

TURGUT AKASLAN

KONTES MARİ LUBİNSKA

O gün nar gibi kızarmıştı toprak. İnsanlar gölgeye sığınmış, kentin sokakları da terk edilmişçesine ıssızdı. Birkaç uyuşuk, aç köpek Beyazıt Cami’nin meydana bakan duvarına boylu boylunca uzanmış, kuşlar da ağaçların gövdesini mesken tutmuştu kendilerine. Güneş, kımıldamadan İstanbul’un tepesinde duruyor, alev topu ışınlarını da kentine üzerine saçıyordu. Ancak Osmanlı beldelerini güneşin yakıcı ışınları değil de cephelerden gelen felaket haberleri yakıyordu. Hemen her gün, Osmanlı beldelerinde birkaç haneye kor düşer, düşen bu kor da kırk mumu tutuştururdu. Bu mumlardan otuz dokuzu hane içinde kırkıncısı da anaların yüreğinde yanardı, hane içinde yanan mumların her gün biri sönerdi, sönerdi sönmesine de ana yüreğinde yanan o mum sonsuza dek yanar, bu yangın da yürekleri sızlatıp dururdu. Öyle garip bir zaman dilimiydi ki, halk kaybetmenin zorunlu kabullenişiyle acısını bile yaşayamaz olmuştu. Anaların sözünde ağıt; gizli gizli ağlarlardı bir köşede. İnsanlar endişeliydi, insanlar kaygılıydı, insanlar acılıydı.

Gün öğlene döndü. Bulutlar, yükünü ötelerden yüklenip gelmiş, güneşle kentin arasına set çekmiş, boşaltmıştı. Birkaç saat aralıksız yağmur yağmış, dinen yağmurun ardından şehir soluklanmış, toprak ferahlamış; meydanlara, sokaklara insanlar doluşmuştu. Bazı meraklılar Erkan-ı Harbiye’nin bahçe kapısının önünde toplaşmış, olur olmaz her şeye fikir yürütüyor, kimisi İstanbul’un bugün yarın işgal edileceğini, kimisi de İstanbul’un asla işgal edilemeyeceğini savunuyordu. Bu tartışmalarda sesler yer yer yükselip yer yer sessizliğe bırakıyordu yerini. Erkan-ı Harbiye’de iki senedir süren telaş o gün de değişmedi. Binanın bahçesinde de içerisindekine benzer bir telaş hakimdi. Cilalı, ahşap, kapalı kapının önünde; keskin bakışlı, ütülü kıyafetleri, ellerinde silahlarıyla iki asker heykel katılığında hareketsizce duruyor, içeriden yükselen sesler de koridora taşıyordu. Bir süre devam etti bu tartışma, hemen sonrasında ise nokta konulmuştu. Alınan karar şuydu; 15. Kolordu Galiçya Cephesi’ne gidecekti. Bu konuda tüm paşalar isteksiz de olsa alınan karar konusunda hemfikir olmuşlardı. Karar çabucak sadarete bildirildi. Erkan-ı Harbiye’de sürüp giden telaş bu defa da sadarete sıçramıştı. Ahşap kapılar açılıp kapanıyor, ellerinde deste deste kağıtlarla sadaret çalışanları bir odadan öteki odaya koşup duruyordu.

Tarih 23 Temmuz 1916’yı gösterdiği zaman Rumeli’de ciddi bir hareketlilik başlamıştı. Çevre yerleşkelerden birlikler, Uzunköprü Tren İstasyonu’na kaydırılıyordu. Savaşmaktan, açlıktan, yokluktan, hastalıktan bitap düşmüş binlerce Osmanlı askeri hazırlıkları devam eden trenleri bekliyor, kimse de kimseyle konuşmuyordu. Yorgunluk yüzlerinde, yılgınlık gözlerinde, kurumuş dudakları paramparça, dişleri kenetli, bakışları boşluğaydı Mehmetlerin… Bu askerler Çanakkale Cephesi’nde üstün başarı göstermiş, düşmanı; içinde bulundukları bütün zorluklara rağmen durdurmuşlardı. Ama yorulmuş, yılmışlardı.  Nasıl yılmasınlar, nasıl yorulmasınlar ki. Yıllardır cepheden cepheye koşturmuş, yıllardır ailelerine, köylerine hasret kalmışlardı. Hasret de savaşmak kadar bükmüştü bellerini. Hazırlıkları tamamlanan ilk trene doluştu Mehmetler. Tren ağır aksak ayrıldı istasyondan, etrafa toplanmış halkın gözyaşları, duaları arasında. Biraz ilerledikten sonra da tozu dumana katmış gözden kaybolmuştu. Birkaç gün içerisinde birçok tren ardı ardına hareket etti. Halk, sabahın erken saatlerinde istasyonda toplanıyor, ağlamaktan, dua etmekten de ötesine geçemiyordu. Ağlamak ve dua etmek…  Son birkaç senedir Osmanlı topraklarında en etkili iki eylemdi. Çünkü meçhule giden bu yiğitlerin ardından yapılabilecek başka hiçbir şey yoktu.

26 Temmuz sabahı, 535 subay, 32017 erden oluşan 15.kolordu Belgrad’a ulaşmıştı. Mehmetler’i yetkililerin yanı sıra yağmur yüklü bulutlar, bunaltıcı bir hava karşılamıştı. Oradan doğruca Avusturya tahaffuzhanelerine ulaşan Mehmetler, burada temizlik ve tıbbî muayeneden geçirildikten sonra hemen Tuna Nehri’nin kuzeyindeki Zemplen Kasabası’na gönderildiler; kolera ve tifo aşıları da orada yapılmıştı. Artık tüm hazırlıklar tamamlanmış, gerekli planlar Yakup Şevki Bey’in önüne konulmuştu. Avrupa’nın ıssız ovalarında fırtına öncesi sessizlik hakimdi. 15 Eylül gecesi bir eğlence tertip edildi, biraz da olsa neşelenen askerler gece bölüklerine çekildiler. Sabahına kopacak kıyametten hepsi bihaberdi. Osmanlı-Rus birlikleri ilk olarak 16 Eylül tarihinde kanlı bir muhabereye tutuşmuştu, Rusların başlattığı yoğun topçu ateşiyle… Eğlence yerini top sesine bırakmıştı. Devamında üç kanlı muhabere daha gerçekleşti. Bu çatışmalarda hafif yaralıların tedavisi çabucak yapılıp tekrardan cepheye gönderiliyordu. Ağır yaralılar ise Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun sınırları içerisindeki hastanelere naklediliyordu. Yapılan bu nakillerin düzenli olmaması, hangi askerin hangi hastaneye gönderildiğinin bilgisinin bulunmamasının söylentisi komuta mertebesinin basamaklarını hızla tırmanmış, kolordu komutanı Yakup Şevki Bey’e kadar gelmişti. Yakup Şevki Bey, yetkililerden bu konunun çabucak aydınlatılmasını istemişti ancak gerekli aydınlatılma yapılmamıştı. Yakup Şevki Bey hemen sefaret aracılığıyla İstanbul’a haber göndererek sefaret emrine bir doktor gönderilmesini, gelen doktordan da yaralı-hasta askerlerin son durumunu yerinde teftiş ederek bir an önce bu olayların aydınlatmasını istedi.  Yakup Şevki Bey’in bu isteği çabucak yanıt bulmuş, Teğmen Hulusi Fuad Bey Avusturya-Macaristan hastaneleri teftişi unvanıyla Viyana Büyükelçiliği’ne gönderilmişti. Hulusi Fuad Bey’in buraya gönderilmesindeki en önemli etken, Almanca’ya vakıf olmasıydı. Hulusi Bey iki ay gibi kısa süre içerisinde bazı hastaneleri ziyaret etti hatta bazılarını birkaç defa. Ziyaretiyle ilgili detaylı bir rapor hazırladı, hazırladığı raporları da Harbiye Nezareti’ne ulaştırdı. Cephede kanlı boğuşma sürüp giderken cephe arkasında da hastanelerde, yaralıların bakımı için temin edilmiş otel, pansiyon ve kaplıcalarda Osmanlı askerlerinin bakımı sağlanıyordu. Yapılan teftiş sonrası herhangi bir eksikliğin olmadığı, askerlerin bakım ve ihtiyaçlarını karşılandığı bir raporla İstanbul’a bildirilip devamında da askerlerin takibini yapabilmek mümkün olmuştu. Kış aylarında ısınma sorunu yaşanmış olsa da askerlere namaz kılabilmeleri için namazgah bile temin edilmişti. Hulusi Fuad Bey’in hazırladığı bu rapora göre; seyyar ve cephe gerisindeki hastanelerde -kaplıca ve oteller dahil- 110’u subay olmak üzere, 7657’si er olan toplam 7767 askerin tedavisi sürüyordu. Aynı raporda Göding Hastanesi’nden üç subayın taburcu edilerek kıtasına gönderildi.   Cehpede ve cephe dışında bunlar olup dururken 16 Aralık 1916’da Yabusof Köyü’nde tifüs ortaya çıkmış, kısa süre içerisinde yayılarak büyük bir tehdit oluşturmuştu. Köyler karantinaya alınıp gerekli bildirgeler orduya ve halka tebliğ edilse de önüne geçilememişti. 1917’nin kışında hastalığın yanı sıra soğuklar da başa bela idi, hastalığa yakalanmayan Mehmetler’in birçoğu donma tehlikesiyle karşı karşıya idi.

Birinci Dünya Savaşı tabiri caizse dünyanın, dünya halklarının üzerinden silindir gibi geçip gitmişti. Hangi millete, hangi dine tabi olursa olsun gidenlerden, bir daha geriye dönmeyenlerden, ölenlerden, sakat kalanlardan geriye yalnız ve yalnızca; ahlar, ağıtlar, yoksulluk, sefalet geriye kalmıştı.

Başlığımın ismi Mari Lubinska, sahi kimdi bu kadın? Dünya Savaşı’yla, daha da önemlisi bizimle ne alakası vardı?

1964 senesinin serin bir sonbaharı… Hikâye tam da burada başlıyor, ASALA terör örgütü tarafından katledilen Büyükelçi İsmail Erez’in Prag’da göreve başlamasıyla. 

İsmail Erez, göreve başlar başlamaz kendisine Dışişleri Bakanlığı’ndan bir mektup gönderilir, bu mektuba Büyükelçi’den de bir cevap gider. Bu durum Dışişleri çalışanlarının yanı sıra halkta da muhteşem bir heyecan yaratır.

İsmail Erez’in mektubu şöyledir:

“Prag’da Türkiye Büyükelçisi sıfatıyla görevime başladıktan bir müddet sonra Dışişleri Bakanlığı’ndan, Millî Savunma Bakanlığı’nın müracaatına atfen, bir yazı geldi. Çekoslovakya’daki Türk şehitliklerinin durumu hakkında bilgi isteniyordu. Konuyu bizzat ele aldım. Büyükelçilikteki dosyaların tetkiki neticesinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında Galiçya Cephesi’nde çarpışan kuvvetlerimizden bazı yaralıların muharebe hattı gerisinde bulunan ve o zaman Avusturya–Macaristan İmparatorluğu’na dâhil Çekoslovak topraklarındaki askeri hastanelere nakledildiklerini, bunlardan bir kısmının tedavi sırasında vefat ettiklerini, bir kısmının ise tedavi süresi içinde, hastanelerin bulunduğu bölgelerde çıkan salgın hastalıklara tutularak öldüklerini ve mahalli mezarlıklara gömüldüklerini tespit ettim. Bu arada, ölülerimizin hemen hepsinin Çekoslovakya’da Moravya Bölgesi’nin merkezi olan Brno Şehri’nin takriben 45 km. cenubundaki Hodonin Kasabası mezarlığında olduğunu öğrendim. Dosyalardaki kayıtlara göre, Hodonin’de “Türk Şehitliği” diye anabileceğimiz bu bölgedeki Türk mezarlarının muntazam ve bakımlı olduğu, mezar taşlarının dahi bulunduğu yazılı idi. Bununla iktifa etmeyerek Hodonin’e bizzat gidip şehitliğimizin durumunu görmek ve müşahadelerimi Dışişleri Bakanlığı’na nakletmek istedim. Bu ziyareti yaptığımda Hodonin Kasabası mezarlığı bekçisi beni, fevkalâde bakımlı, her mezarı bir küçük bahçe manzarası arzeden kabristanın sonundaki bir sahaya götürdü. Mezarlık bekçisi Türk şehitliğinin yeri olarak bana burayı gösterdi. Bu sahada Türkler’in medfûn bulunduğunu gösteren en ufak bir işaret yoktu. Önce, bekçinin ifadesine inanamadım. Hodonin Belediyesi’ne müracaat ettim. Bekçinin ifadesini teyit eylediler. 

Kontes Mari Lubinska 

Yine bize ait olduğu anlaşılan sahada muntazam bir mezar ve taşında kitabesi mevcuttu. Bu mezarın ise Mari Lubinska adında bir kadına ait olduğu anlaşılıyordu. Yaptığım tahkikat neticesinde, bu kadının Polonyalı bir kontes olduğu, Birinci Dünya Savaşı sırasında gönüllü hastabakıcı sıfatıyla Hodonin Hastanesi’nde çalıştığı, bu arada hastaneye getirilen Türk yaralılarına da baktığı, hastalanıp genç yaşında öleceğini anladığı zaman Hodonin mezarlığındaki Türkler’in yanına gömülmesini vasiyet ettiğini ve bu vasiyetinin yerine getirildiğini öğrendim.

Tarih 21 Nisan 2023, yağmurlu bir gün, öğlene doğru yağmur dindi, önce Brno oradan da Hodonin’e ulaştım, ilk iş olarak kiraladığım otel odasına eşyalarımı yerleştirip otelin hemen karşısındaki durakta Hodonin mezarlığına gidecek otobüsü bekledim, (Mezarlık kentin 3 km dışında, Slovakya sınırında bir yerde) heyecan ve hüzün iç içe… Otobüs geldi, şoför dışında dört kişi daha vardı. Yolculardan ikisi yol üstünde farklı duraklarda otobüsten indiler. Tahmini 15 dakika sonra Hodonin kent mezarlığına ulaştım. Kentin küçüklüğüne göre baya bir büyük ve bakımlı bir mezarlıktı. Daha önce gelmişim gibi hiç kimseye bir şey sormadan kalbimin sesini dinleyerek ilerledim mezarlık içerisinde. Bir ara içimi tuhaf duygular kapladı, bir sigara yaktım, süslü, bakımlı mezar taşlarını okudum, ölüm sessizliğini ya da ölülerin sessizliğini dinledim, kuşlar bu sessizliği şenlendirdi, sigaram bitince de devam ettim yürümeye. Şehitliğe geldiğim an içimi bir ürperti kapladı, anıtın önüne kadar gelip saygıyla durdum. Gençliğine doymamış, o cepheden bu cepheye sürülmüş yiğitlereydi bu saygı… Aklımın bir köşesinde sürekli acabalar, vardı. Şehitliğin hemen yanı başındaysa en az şehitlik kadar bakımlı bir mezar dikkatimi çekti. Hristiyan inancına sahip olan bir kişiye ait olduğu mezar taşından belli oluyordu. Şehitliğin belki on beş belki de yirmi adım ötesiydi, adımlarımı o yere çevirip mezarın önüne kadar geldim, ismini okudum, İsmail Erez’in mektubu zihnimdeydi, saygıyla dikildim, evet, bu mezar hastabakıcı olarak Osmanlı askerlerinin gönüllü bakımını üstlenen Kontes Mari Lubinska’ya aitti. Derin bir saygı duydum o an… Tüylerim diken diken oldu, fısıltı halinde “teşekkür ederim, her şey için çok teşekkür ederim” dedim. Sanki Mari beni duymuştu. O an içimi muhteşem bir huzur kapladı… Artık tüm duygular iç içe idi bende; gözler ağlamaklı, yürek titrek…

Durup dururken bu konuyu yazmak istememin yegâne sebebi şuydu; çünkü toplum dediğimiz olgu tarih, coğrafya ve çağ denklemi üzerine kurulu bir unsurdu. Bu üç ayağın birisi eksik olursa yıkılır bu piramit!  Tarihimizde böyle bir olay da vuku bulmuştu.

Kontes Mari Lubinska, bir askere mi aşıktı yoksa insan olmanın asli gerekliliğini yerine getirmek için mi oradaydı bu bilmiyorum. Sonuç itibariyle herhangi bir kaynak mevcut değil ya da ben ulaşamadım. Ne olursa olsun, din, dil, millet ayrımı yapmaksızın insanın her yerde, her koşulda insan olduğunu, insan olmanın gerekliliğini en iyi şekilde savunabildiği ve bunu genç yaşta kendi hayatını feda edecek kadar korkusuzca yerine getirdiğini hatırlamış olduk. 

İyi ki Mari Lubinska, iyi ki, yüz sene öncesinden elini uzatıp ellerimizi, yüreğimizi ısıttın. Senin, savaş denen cinayetin kurban ettiği, hayattan kopardığı adı sanı bilinen ve bilinmeyen herkesin ruhu şad olsun!

Kaynakça: Hayat Tarih Mecmuası Sayı: 1, Yıl: 9, Şubat 1973’dan-Oya Dağlar Macar, Galiçya Cephesi’nde Osmanlı birlikleri ve sağlık hizmetleri

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.