“Şiir yazmanın insanı uçurumun kenarına sürükleyen bir yanı var.”
Charles Bukowski
‘‘Üzerimde birinin bakışlarını hissettim. Çok rahatsız edici bir duyguydu, özellikle de ölü olduğum düşünülünce*’’ diye geçiriyor olmalıydı içinde bu tek kişilik yatağın içinde ufacık kalmış, çok kişilik acılar çektiği yüzündeki çizgilerden okunan kadın. Son anlarını geçirmek için bir yabancı olan bendeniz hiç uygun bir kişi olmasam da birtakım tesadüfler silsilesi ve kader ve bunun gibi birtakım açıklanamayanları açıklanabilir kılmaya çalıştığımız şeyler bizi giderayak karşılaştırmış ve bu kadının son arzusunu benim yerine getirmemi sağlamıştı. Son arzusu: Yılların sarartıp yıprattığı –tıpkı insana yaptığı gibi- ve biraz kanlı bir şiir kitabı. Dünyaya veda ederken son duymak isteyeceğin şeyin şiir olması da bir şiirdir. Hele ki dinleyen dizelerin yazılmasına sebep olanla aynıysa.
Yeryüzündeki tanışıklığımız en fazla bir saat süren Nadja Hodzic’in hatırasını ve dönüp baktığımda gerçek değilmiş gibi gelen o gece ve o günü yıllarca kalbimde taşıdım.
Aslında o zamanlar yani bundan yirmi küsur yıl önce bana hiçbir şey gerçek gibi gelmiyordu. Bosna sokaklarında gezen romantik bir yazardım. Benim için tanklar şehre girene, üzerimize bombalar ve kurşunlar yağana ve sevdiklerimiz ölene kadar savaş da gerçek değildi. Eski ve bilindik bir laftır: ‘‘Gerçekler acıdır.’’ Ama inkar edilen gerçekler daha çok acıtır. Yazmaktan ve okumaktan yaşamayı unuttuğum yaşamım şimdi tehlikedeydi, hayal aleminden çıktığımda bulabileceğim dünya yakılıp yıkılıyordu. Her günkü gibi çıktığım evimden bana geriye kalan sadece üzerimdeki kıyafetler, cebimdeki not defteri ve yarısı tükenmiş bir tükenmez kalem oldu. Çünkü geriye döndüğümde artık bir evim yoktu yerine taş, beton, cam kırıkları, toz, parçalanmış eşyalar ve hayatlar kalmıştı. Günlerce sokaklarda amaçsızca dolaştım. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi, bundan sonra ne olacağını bilmiyordum. Bir mermiden, top ateşinden veya bir bombadan nasibimi almam an meselesiyken eski bir çocukluk arkadaşım bana sahip çıktı. Kendimi Bosna’nın savunmasında gönüllü bir grubun içinde buldum. Yer altına kazılan bir sığınakta kalıyorduk. Ben de burada yeni sığınaklar kazmada görevliydim. 26 Ağustos’ta Sırp askerlerinin top ateşlerinin benim için şehrin en önemli binasına -Vijenica Kütüphanesi’ne- isabet ettiği haberini aldık. Bu saldırı büyük bir yangına sebep olmuştu. Kitaplar, ulusal arşivler tarihimiz ve kültürümüz yok oluyordu. Yangın söndürme çalışmaları şartlar el verdiğince başlatılmış ama yeterli olmuyordu. Yangının sönmeye başladığı üçüncü gecenin sonunda yeraltında daha fazla kalamadım:
— Ben gidiyorum.
— Nereye, ne demek gidiyorum?
— Kütüphaneye,
— Ne yapacaksın orada?
— Kurtarabildiğim kitapları, belgeleri buraya getireceğim.
— Tek başına olmaz o iş. Yanına gönüllü birkaç arkadaş bul. Sen içerideyken etrafı kollarlar, hem taşımana yardım ederler.
Gönüllü dört arkadaşım ve ben yangından kitapları kurtarmak için akşam karanlığında yola çıktık. Vijecnica Kütüphanesi’nin hâli içimizi burktu. Hem bir asırlık mimari harikası olan yapının hem de içindeki kültür ve tarih hazinelerinin tahrip edilmesi bizi yıktı. Dermanı olan suya, Saraybosna Nehri’ne, imdat diler gibi baka baka yanmıştı. Bazen devamız elimizi uzatsak tutacağımız mesafede olsa bile fayda etmiyordu. Kütüphaneyi korumak, olası başka bir saldırıya karşı müdahale etmek için görevliler bulunduğunu zannediyorduk ama ortalıkta kimse yoktu. Arka kapıdan içeri girdik. İçerideki duman ve havadan etkilenmemek için yüzümüzü bezle sarmıştık. Benim içeriden çuvala doldurduğum kitap ve belgeleri birbirimize rahatça ulaştırıp dışarı aktarabileceğimiz şekilde yerleştik. Karanlıkta bir elimizde el fenerleri varken bu oldukça zor ve tehlikeli bir iş olacaktı. Raftan aldığım kitaplara kısa bir an bakıyor önemli bulduklarımı çuvala atıyordum. Zaman ilerledikçe kitap isimlerine bakmayı da bıraktım. Benim doldurduğum çuvalı yanımdaki arkadaşım dışarıya ulaştırıyordu. İçeriye doğru ilerleyip diğer bölüme geçtiğimde kütüphanenin iki farklı noktasında iki ayrı ışık ve hareket fark ettim. Işığımı o tarafa tuttuğumda bunların da raflarda kitap arayan iki adam olduğunu gördüm. Ben onlara ışık doğrultmamışım gibi, bir kitabevinde kitap seçer gibi bir rahatlıkla beni umursamadan arayışlarına devam ettiler. Ben de kim olduklarını, ne aradıklarını sorgulamadan işime devam ettim. Az sonra adamlardan biri benim yanıma geldi:
— Neden bütün kitapları alıyorsunuz?
— Kurtarmak için. Siz ne yapıyorsunuz burada?
— Ben tek bir kitabı arıyorum.
— Bir kitap aramak için çok yanlış bir zaman.
Adam çuvala attığım her kitaba bakmaya başladı. Birden heyecanla:
— Durun bir dakika son attığınız kitap Faris M.’nin şiir kitabı mıydı?
— Sizce kitap isimlerini okuyor gibi bir hâlim mi var? Zaten bunun için zamanım da yok. Aradığınız oysa bakın çuvalın içine.
— Evet! Bu işte!
Başından beri bizden uzak duran, sessizce bizi dinleyen diğer adam da yanımıza yaklaştı.
— Ben de o kitabı arıyordum. Bana lazım.
— Beyler şaka yapıyor olmalısınız. Yoksa aklınızı mı kaçırdınız, bir kitap için kavga edecek zaman mı?
İkisi de aynı kitabı çekiştirmeye itişip kakışmaya başlamışlardı. Yanlarına gidip kitabı ellerinden çekip aldım. Tekrar çuvalın içine attım.
Dışarıdaki arkadaşım koşarak içeri geldi:
— Bu tarafa doğru bir hareketlilik var. Artık gitmemiz lazım zaten daha fazlasını taşıyamayız.
Çuvalı sırtlandım, karanlıkta tam yüzlerini seçemesem de benden biraz daha genç olduklarını düşündüğüm iki adama baktım. Korku içinde donakalmışlardı.
— Burada kalmayı düşünmüyorsunuz değil mi?
Kitabı ilk fark eden adam:
— Sizinle gelebilir miyim? diye sordu.
— Hadi çabuk olun, dedim sadece. Karanlıkta hızlıca ilerlemeye başladık. Nefes nefese geçen yarım saatin ardından sonunda sığınağa ulaştık.
— Bravo Adin, seni ve arkadaşları tebrik ederim, büyük cesaret gösterdiniz. Ama bu iki arkadaş da nereden çıktı?
Onları çoktan unutmuştum, sadece birinin bizimle geldiğini sanırken diğeri de peşimize takılmıştı.
— Bunlar kütüphanede bıraksam muhtemelen ölecek olan iki şaşkın.
— Her sokakta bulduğunu buraya getiremezsin. Bizi tehlikeye atıyorsun.
— Tamam bu sorunu ben halledeceğim.
— İyi edersin.
Çuvalın içinden şu kavgaya sebep olan kitabı çıkartıp baktım: ‘‘Faris M. Bütün Şiirleri’’
— Şimdi anlatın bakalım siz kimsiniz, bu kitap neden bu kadar önemli?
Kitabı ilk gören konuşmaya başladı:
— Benim adım Zlatan Hodzic. Bu kitap annem için çok önemli. Şimdi hastanede, son isteği bu kitaptan ona şiirler okumam. Zaten çok vakit kaybettim kitabı verin de hâlâ yaşıyorsa son dileğini yerine getireyim.
Diğeri:
— Ne yapacakmış annen bu kitabı?
— Sen ne yapacaksın asıl?
— Kitabın yazarı benim amcam. Faris M. Yakında şehri terk edeceğiz. Evimiz bombalandı hiçbir kitabını kurtaramadı. Bu kitap olmadan şehirden ayrılmak istemiyor.
— Amcan o kitabın yazarıysa yazılma sebebi de benim annem. Nadja Hodzic.
İkisi tartışmaya devam ederken:
— Tamam şöyle yapacağız birkaç saat sonra ortalık sakinleşince bizi amcanın yanına götür. Kitabı sahibine teslim edeceğim, ne yapacağına o karar versin.
Saatler ilerledikçe sesler azaldı, dışarıya çıktık, savaşı ve ölümü unutturacak kadar güzel bir gün doğumu vardı. Nadja’nın oğlu Zlatan, şairimiz Faris’in yeğeni Ramiz ve ben yola düştük. Uzun ve tehlikeli bir yürüyüşün ardından şehrin çıkışına doğru ağaçların arasında saklı kalmış bir eve geldik. Faris, saçı sakalı birbirine karışmış, altmış beş yaşlarında, durmadan sigara içen bir adamdı. Akşamdan beri olan biteni üçümüz de ayrı ayrı anlattık ve kitabını ona teslim ettim. Bundan sonra kalkıp çekip gitmem gerekirdi ama içimdeki ‘‘şimdi ne yapacaklar?’’ diyen ses beni kalmaya zorladı. Uzun bir sessizlikten sonra Faris:
— Nadja’ya kitabı ben götürmek istiyorum, dedi.
— Amca hayatta kalmak ve buradan ayrılmak istiyorsan artık bu saçma isteklerine bir son vermelisin. Yeterince oyalandık, kitabına da kavuştuğuna göre artık buradan gidebiliriz. Seni daha fazla bekleyemem.
— Bana sadece iki saat daha ver.
— Peki, sadece iki saat. Son hazırlıklarımızı da tamamlamış bir şekilde seni burada bekleyeceğim. Ama gelmezsen tek gitmek zorunda kalırım.
Zlatan ve Faris hastaneye Nadja’nın yanına gitmek üzere kalktılar. Faris kitabı ceketinin iç cebine soktu. Bana ne gel diyen oldu ne gelme diyen. Benim orada bulunduğumun farkında bile değilmiş gibi davranıyorlardı. Ben yine de onların peşine takıldım. Geldiğimiz yolu geri yürüdük. Şehrin iç kısımlarına ve hastaneye yaklaştıkça gerginliğimiz artıyordu. Gündüz vakti böyle merkezi yerlerde dolaşmak açık hedef olmak demekti. Neyse ki hastaneye vardık sayılır diye düşünürken bir bomba… Bayılmışım, ne kadar baygın kaldım bilmiyorum. Gözlerimi açtıktan sonra uzunca bir müddet kıpırdayamadım. Yaşıyor muyum ölü müyüm anlayamadım. Sonra yavaşça üzerimdeki molozları atıp ayağa kalkmadan yerde sürünerek sağlam kamış bir duvar dibine kadar geldim. Kolumu bacağımı vücudumun çeşitli uzuvlarını kontrol ettim. Hepsi yerinde duruyorlardı. Alnımdan yüzüme doğru ince ince kan sızıyordu. Etrafta hiçbir ses duymuyordum ya da ben artık hiç duymuyordum. Kalkabilecek gücü kendimde bulana dek o duvara yaslı hâlde oturdum. Ayağa kalkmayı deneyip başaramamaktan, yürüyememekten korkuyordum. Sonunda burada daha fazla kalmamın tehlikeli olabileceğinden yavaşça ayağa kalktım. Duvardan destek alarak etrafa bakınmaya devam ederek biraz ilerledim. Zlatan ve Faris benden önde gidiyorlardı, bomba atıldığında aşağı yukarı burada olmalıydılar diye düşünerek onları bulmaya çalışıyordum. Ama orada değildiler. Biraz daha ileride bir el gördüm ait olduğu bedenden ayrılmıştı. Bu Zlatan’dı. Onun biraz daha ilerisinde Faris’i buldum. Paramparça ve kan içinde yüzüstü yatıyordu. Kendimi zorlayarak ve tüm gücümle sırt üstü çevirdim. Yüzünden geriye kalanlara bakmamaya çalışarak iç cebinden kitabı aldım. Kan içinde kalmıştı. Sağlam kalan binaların kuytularından sık sık dinlenerek hastaneye ulaştım. Hastane yeni gelen yaralılarla birlikte iyice kalabalıklaşmıştı. Perişan hâlimi gören bir hemşire duraksayıp bana pansuman yapmak istedi bense ona Nadja Hodzic’in yakını olduğumu, onu bulmam gerektiğini söyledim. Nerede yattığını bilmiyordu. Bu soruyu sorduğum beşinci hemşire bana bulunduğu odayı tarif etti.
Mezardan çıkıp gelmiş gibi görünüyor olmalıydım ki zaten ölüm korkusu içinde olan kadın beni görünce iyice korkmuştu. Hiçbir şey söylemeden ona kitabı gösterdim. O da hiçbir şey sormadı, benim ve kitabın hâlinden oğluna ne olduğunu anlamıştı. Kitabı eline alıp baktı:
— Okur musunuz lütfen?
Okunabilen kısımları yavaşça okumaya başladım. Yaşlı gözleri bir daha açılmamak üzere kapandı. Eğildim yüzüne baktım, huzurlu bir ifadesi vardı. Dünyada kavuşamadıklarına başka bir yerde kavuşmuş gibiydi. Kitabı kalbinin üzerine bırakarak odadan çıktım. Aklımda başka bir yangın yerindeki bir şairin dizeleri vardı:
‘‘Ey ki beni şiirin şuuruyla karmış
Ey ki şiirime közler dökmüş
aşkımı böyle yaktığından
çaresiz şiirimi alevlere atmışsın.**’’
*Hayalet Sevgilim-Laura Whitcomb
** Âşıkane – Furuğ Ferruhzad (Yaralarım Aşktandır)