İlk romanınız, “Romantik Korku” ile 2002 yılında edebiyat dünyasına profesyonel olarak “Merhaba” dediniz. Yirmi yıllık edebiyat yolculuğunuza öykü, roman ve novelladan oluşan on beş eser sığdırdınız. Kitaplarınız Arnavutçaya, Bulgarcaya, İngilizceye, Romenceye ve Çinceye çevrildi. Çeşitli gazete ve dergilerde edebiyat, sinema, kültür konulu yazılarınız yayımlandı. “Normal Nefes Almaya Devam Edin” kitabınız ile öykü dalında 2020 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görüldünüz. Çağdaş edebiyat içerisinde devam eden yazma sürecinizi ilk ne zaman ve nasıl keşfettiniz?
“Mutlaka yazmalıyım, yazar olmalıyım.” dediğim bir an olmadı aslında. Okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin ve dinlediğim şarkıların etkisiyle aklıma gelen hikâyeleri kâğıda dökme denemeleriyle başladı her şey. Üniversite yıllarında. Öykü diye başladığım bu süreç o öykülerin birleşmesiyle bir romana dönüştü. Elimde bir roman dosyası vardı ama onunla ne yapacağımdan emin değildim. Oğlak Yayınlarının bu dosyayı basmayı kabul etmesiyle süreç hızlandı. Kendimi aklımdaki ikinci romanı tasarlarken buldum.
Türk Edebiyatında çok fazla rastlamadığımız; korku, gerilim ve fantastik türünde eserler kaleme alıyorsunuz. Siz, bu tür eserlerinizi nasıl adlandırırsınız?
Olabileceklerin sınırında geziniyorum sanırım. Fantastik sularda yani. Masalsı veya büyülü gerçekçilik türündeki bir gerçekten kopuş değil de, gerçekle didişme halindeki bir ara bölgede geçiyor sanki yazdıklarım. Bu konudaki en büyük ilhamım ve rehberim Franz Kafka. Anlatıcılarım da genellikle yabancılaşma içinde, güvensiz ve güvenilmez karakterler.
Hakan Bıçakcı romanlarında Freud’un Psikanalitik Kuramı’nın etkilerini görüyoruz. “Rüyalar; gerçeğin bir yansıması, insanın hayatında kontrol edemediği bir boyut. Bu boyut olmadan hayatın bütününü kavramak mümkün değil.” diyorsunuz. Rüya ve halüsinasyon metaforunu çok iyi kullanan biri olarak, öykülerinizde rüyaların bu kadar yoğun olmasının sebebi nedir?
Romanda bir karakterin kafasının içine giriyoruz. Onunla nefes alıp veriyoruz. Bu süreçte sadece onun etrafındakileri görmenin yeterli olmayacağını düşünüyorum. Onu yakından tanımak için rüyalarını da görmeliyiz. Bu rüyaların dozu romanın temasına göre artabiliyor veya azalabiliyor ama rüyalar her zaman gerçeklerin yanı başında tedirgin edici bir şekilde duruyor.
“Silinmiş Sahneler” isimli son romanınızda, sinemacı olma hayaliyle yola çıkıp kendini sansürcü olarak bulan bir kurgu operatörünün hayatını anlatıyorsunuz. Ülkemizdeki sansür, hayatımızın her alanında kendini çok fazla hissettirmeye başladı. Sansür yasasının mecliste kabul edildiği şu günlerde, sizin yazma sürecinizi etkileyen en önemli etken neydi? Günümüzde sanatta yapılan sansürle ilgili, bir sanatçı olarak neler söylemek istersiniz?
İçine girdikçe ve üzerine düşündükçe sansürün çok katmanlı ve fazlasıyla derin bir kavram olduğunu fark ettim. Otoritenin vatandaşa uyguladığı, ilk akla gelen sansür var en başta ama mevzu onunla sınırlı değil. Çok daha muğlak bir kavram olan otosansür var bir de. Bu otosansürü insan bazen bilinçli olarak uyguluyor, bazen de farkında bile olmadan.
Kitaplarınızda, müzik ve filmleri kullandığınız yoğun bir anlatım var. Kitaplarınızı okurken, görsel yanı güçlü olduğu için zihnimizde canlandırabiliyoruz, sinematografik tatlar alıyoruz. En son “Karanlık” adlı öykünüzden uyarlanan “Ben Tek Siz Hepiniz” Altın Portakal’da en iyi kısa film seçildi. Hakan Bıçakcı’nın beslendiği, etkilendiği yazarlar, yönetmenler ve müzisyenler kimlerdir?
O kadar çok var ki. Yazarlar kadar yönetmenlerin ve müzisyenlerin de etkisi var metinlerimde. Kafka’yı anmıştım zaten. Diğer disiplinlerden de birer örnek vermem gerekirse David Lynch ve The Smiths derim.
Son dönem Türk öykücülüğünde büyük bir artış gözlemliyoruz. Yeni nesil öykücülüğü ve genç yazarlarımız hakkında neler söylemek istersiniz, yazmaya gönül verenlere, yolun başında olan genç yazarlarımıza neler tavsiye edersiniz?
Bir artış var bence de. Bir dönem, iki binlerin başı gibi, sadece romanlar konuşuluyordu ve okunuyordu. Öykü kitapları çıksa da gölgede kalıyordu. Şimdi böyle kategorik bir ayrım yok. Ve evet, çok iyi öykü kitapları çıkıyor. Zaten çok sağlam bir öykü geleneğimiz var. Aynı zamanda bir önceki soruya istinaden çok iyi kısa filmcilerimiz var. Hepsini hayranlıkla takip ediyorum.
21. yy.da toplumumuzun her alanında ciddi bir dejenerasyon gözlemliyoruz. Kutuplaşma, siyasal ayrımcılık, rant, rüşvet, ekonomik farklılıklar gibi faktörlerin çoğalmasıyla toplum dejenere olurken, bu faktörler şiddeti ve kültürel yozlaşmayı da besliyor. Sanattaki ve toplumdaki yozlaşmayı siz nasıl yorumlarsınız?
Maalesef katılıyorum. Müthiş bir yozlaşma ve vasatın mutlak zaferi her alanda kendini gösteriyor. Ve işin kötüsü yozlaşma bulaşıcıdır, kimse korunaklı bir köşeye çekilip kendini ondan kurtaramaz. En fazla kendini kandırabilir.
SÖYLEŞİ: GÜLİN EREN SAYGIN