AYLAK DERGİ

Divane Uykusu

          

Kokusunu içine çektiği esnada elinde tuttuğu demlikle ıslatıyordu dairesel hareketlerle kahverengi kahvesini… Suyun süzülüp inmesini bekliyordu ara ara toprağın alacağını aldığı vakit içine çöken o kalenderliğine benzetiyordu bekleyişleri, kararan kahveden aşağıya süzülen o damlalar biriktiği vakit bardağına doldurup ahşap pervazlı camdan dışarıya bakarak düşündü eksik bir şey kaldı mı diye… Yoktu eksik bir şey. Her şey kadar eksikti her şey! Sinekkaydı tıraşını oldu uyanır uyanmaz, duşunu aldı sonra buz gibi suyla ve en güzel, en sevdiği, dolapta tek kalmış olan gömleğini ütüleyip giydi, kravatını çok sevmese de bugüne özel olmalı diye düşündüğünden boynuna takıverdi. Gülümsedi sokaktaki kalabalığa, yıllarıdır oturduğu bu mahalle, arkadaşlar, eş dost, tanıdık tanımadık herkes bu yolculuğunda onu yalnız bırakmamıştı, herkes hazırdı yolcu etmek için. Gülümsemeye devam etti, boynunda tuttuğu kravatı alışmadığından rahatsızlık vermeye başladı önce, derin bir nefes çekti içine,suya doymuş toprağa benzetti kendini, meçhulün tedirginliğini hissediyordu dizlerinde, meçhulün heyecanı sarıyordu dudaklarını, elleri bir güvercin tedirginliğindeydi, yüreği ise divaneydi hala.

Kapıdan çıkarken üzerine  “Sekseninci Gün” yazdığı ufak bir kağıdı kapının ardına yapıştırdı, kilitlemeden çekip döndü kırk yıllık merdivenlere, aşağı hızlıca inmeye başladı, yetişmesi gerek bir yolculuk, yola gitmeden evvel görülmesi gerekenler vardı! Kapının önüne adım atar atmaz etrafını saran kalabalıktan uğultular gelmeye başladı, en yakın dostu Ali ile göz göze geldi, Ali bu yolculuk için dostuna kıyağını yapmıştı, hemen ardında duran yeşil büyük araba tam teşekkülle hazırdı Ahmet için. Sarılma faslına daha var diye düşündü, Ali kalabalığa “Haydi gidiyoruz” der demez geçiverdi kalabalıklar arabalarına. Ahmet yeşil arabanın arkasına kuruldu, camı indirdi evvela sonra İstanbul’u kokladı, İstanbul’u izledi, İstanbul’u dinledi. Üsküdar’ın dar sokaklarından kurtulan araba son noktada buluşulacağını bildiğinden konvoydan uzaklaştı, Selimiye Kışlası’nın sokağından Harem’e doğru devam ettiler, izliyordu Ali Yeniçeri Kışlası’nın ürküten duvarlarını, bayır boyunca titredi içi, hüzün yavaş yavaş ele geçiriyordu her sabah gibi. Bir kahvelik canı vardı zaten, bir şarkılık bazen… Öyle adamlardandı Ahmet… Unutamaz bazı adamlar, sırtındaki küfede taşır geçmişi gideceği yere. Unutur bazen küfesini ve bir heves atılır yola ama sırtından yakalar onu geçmişi. Küfesi dolu adamlar ağır ağır yürürler gidecekleri her yere. İşte yakalandı Ahmet yeşil arabanın radyosundan Birsen Tezer’e, “Delikanlı” diyordu Birsen. Küfesi omuzlarını acıtmaya başladı birden. Salacak boyu izledi denizi, karşıda heybetiyle duran yarım adayı, İstanbul’u. Kız Kulesi’nin önüne geldiği esnada kırmızı ışıkta durdu yeşil araba. Son buluşma burda olacaktı, konuşmasına gerek yoktu dostuyla, Ali her şeyi ayarlamıştı. Tek kelime etmeden anladılar birbirlerini, küfesini arabada bırakıp on adımda sahile ayakbastı Ahmet, boş bankın birine oturdu, saatine baktığında fark etti zamanın çoktan durmuş olduğunu.  “Geç kalsan ne olur? Her yere erken gelmek zorunda mısın sanki?” 

Sesinden tanıdı önce onu Ahmet, gelen İnciydi. Saat on ikiydi, emindi. Çünkü o her yere tam vaktinde gelirdi. Ne erken ne geç. Yanına oturdu önce, sonra gözleri denize çakılıverdi İnci’nin. Gözlerinde bir öfkenin haklılığı vardı, mermerden bir büst gibiydi boğazın rüzgarının vurduğu yüzüyle, gözlerini onun baktığı denize çevirdi Ahmet,bu birbirlerini görmedikleri sekseninci gündü. “Orhan Veli geliyor insanın aklına şu denize baktıkça, bir gariplik bir mahsunluk çöküyor bakmasını bilene” “Sen hep mahsundun be Ahmet, garibanlık baba mesleği sende. Sevmesini bilene Orhan da uğrar Nazım da. Nasılsın Ahmet?” “Bıraktığın gibiyim” “Ama bıraktığım yerde değilsin! Emin misin buna Ahmet?  Bu yolculuk için emin misin? Dünya kocaman Ahmet, çok büyük, çok erken değil mi? Bak gökyüzü mavi, bak insanlar mutlu, baksana şu koca vapura, bak adına, AŞK yazıyor ismi. İçindekilere bak, söylesene çok erken değil mi?” “Bu da oldu işte tanrım!”

Göz göze gelip gülümsediler birbirlerine ama asla kahkaha değildi onlarınki… “Cemal de uğrar peki ama haksız mıyım?” “İhtiyar bir adama koca dünya nedir diye sorsan yaşadığı iki kulaçlık odayı gösterecektir. Bir çocuğa koca dünya nedir? Diye sorsan iki kulaçlık kainatı gösterecektir. Çocuk yüreğimle verdim en büyük kavgalarımı…  Hiç hile yapmadım hiç sırttan vurmadım. Onca kavganın sonunda anladım ki, insanın bu hayatta vereceği en büyük kavga ekmek kavgasıymış ve evine ekmek götürebilmek en büyük meziyetmiş. Bir evim kalmadı artık. Gücüm olsa ne yazar, ihtiyar veya genç olsam ne yazar?” “Yüreğin var Ahmet! Sevmeye… Sen hep söylerdin ya hani delikanlı gibi seven delikanlı gibi sahip çıkar diye. Bu yetmez mi, çok erken değil mi Ahmet?” “Derdim, doğrudur. Delikanlı adam yapacağını sokak ortasında yapar derler. O delikanlı ki, sevmeyi gizli yapar sadece. Çünkü kaderidir onun sevdiği kişi ve kader çizgilerinin yazıldığı avuç içlerini yumruk yaptığı an koruduğunu sanar sevdiğini ve kendini. Güçlü olmak zorundadır sevdikçe, güç ise gizden gelir. Güçlü olmak mutlu olmak değildir ama. Sevmek zaten mutluluğa giden bir vapur da değildir. Sevmek vazgeçmek, teslim olmak ve en nihayetinde yok olmaktır. Şu vapurun adına AŞK yazmışlar, inanma sen onlara martı değilsen şayet yaşatmazlar o vapurda biz gibi garipleri. Koca deniz dünya o vapura. Kaptanı bile çeker gider evine eninde sonunda. Sonunda herkes gider zaten… “Sırtındakilerle çıktığın her yol aynı yere varmaz mı?” “Bir yol var meçhule giden, o yol herkesi bambaşka bir yere çıkarıverir.” “Erken değil mi bu yolculuk Ahmet?” “Divane kuşu denen bir kuş var bilir misin? Okyanus üzerinde uçarak yaşarmış, bir kere severmiş, eşlerden biri yoksa diğeri yavrusunu seksen gün sarar sarmalarmış, aylarca beslermiş, hayatı boyunca bir kişiyle olurmuş bu divane kuşları, dişisini kaybeden divane kuşu gagasına doldurduğu taşları yiyerek intihar edermiş. Koca dünya şu deniz, bizler ise ya vapurda aşık ya etrafında divane, nasıl diyordu Atilla İlhan? Artık demir almak günü gelmişse zamandan ,meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”

Bir kaç dakikadır sırtı ikisine dönük halde kayalıklardan boğazdan geçen koca koca gemilere taş attığını zanneden ufak kız çocuğu, sarı hırkasıyla koşarak İnci’nin kollarına atıldı.  “Çok üşüyorum anne gidelim artık” dedi. Ali gülümseyen dudaklarına inen göz yaşlarıyla sordu.   “İsmin nedir güzel kız?” “İsmim Afel, babam vermiş ismimi”

Kırmızı fularıyla ayağa kalktı İnci, ellerinde Afel’in elleri, yürüdüler Üsküdar’a doğru sahil boyunca. Gözden kayboldukları anda, yeşil arabaya geri döndü Ahmet, uzandı arka tarafa. Sahil boyunca hızla devam etti şoför ve Birsen. Birsen “delikanlım” ı söylüyordu hala, Kuzguncuk sırtlarına varınca yaptığı ani frenle susturdu şoför Birsen’i. “Geldik Ali Abi”

Evin önündeki kalabalık bu uğurlama töreni için hazır bekliyorlardı. Ali’nin arka tarafa gitmesiyle yardım etmek için eğildiler. Ahmet’i uzandığı yerden aldılar, önceden kazdıkları mezarın içerisine bıraktılar, ilk toprağı atmak için havaya kalkan küreğin sesiyle son kez o üç buçuk karışlık yerden gökyüzene baktı Ahmet. “Ben Ahmet, soyadım Kara. Gözlerim gökyüzüne çakılı. Hapiste bir mahkumun havalandırmada başını kaldırıp kıyısından gördüğü kadar bir mavilikteyim. Özgürlük bana şimdi kürek kürek toprak sadece… Hürriyet, başucumda iki kelime… Köleler pazarından alınıp dünyaya bırakıldığım o gün hayal ettiğim gibi, azad olmaktayım fakat asla abad değil!”

Bir sene evvel depremde kızlarını kaybetti Ahmet ve İnci. Afel’i bulduklarında soğuktan donmuştu molozların arasında. Kızına ismini doğduğu gün Ahmet koymuştu, Afel. Dünya’nın Güneş’e en uzak olduğu gün demekti. Seksen gün evvel İnci hayata yumdu gözlerini. Adını bilmediği bir hastalık gelip aldı İnciyi de Ahmet’ten. Ahmet elinde ekmeğiyle evsiz kaldığı o gün karar verdi bu yolculuğa baba yadigarı evinde, doğup büyüdüğü ve kızının hayalini büyüttüğü camın hemen önünde, tavandan sallandırıp boynuna geçirdiği beş liralık bir iple kesti vapurun halatını limandan meçhule doğru… AŞK yazıyordu son limandan kalkan vapurun isminde. Alacağı vereceği yoktu, bir hayat vardı yaşayamadığı ve Ali’ye bıraktığı bir vasiyet mezar taşına yazılsın diye! Perihel yazıyordu Karacaahmet Mezarlığı’nda, mezar taşındaki isminin hemen altında! Ahmet koydu bu ismi kendine ölmeden az evvel. Yeryüzünde gülümsediği son şey bu isimdi. Çünkü Perihel, Dünya’nın Güneş’e en yakın olduğu gün demekti.

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.