Uyandığımda yine o tanıdık sıkıntıyı hissettim. Önce yataktan kalkmak istemedim. Böyle günlerin hafta sonuna denk gelmesi kötü bir tesadüf olsa gerek. Üstelik su kâsesini tırmalayıp geceliğimi çekiştiren Rauf da cabası. Pencereden süzülen ışığa tutunup zorla kalktım. İlacımı aldım. Bir de tansiyonla uğraşamazdım bugün. Bardağımda kalan suyu yerdeki kâseye döktüm.
Kalktığıma göre bütün gün evde pineklemek yerine bir tomurcuğa, dalda öten bir kuşa özenip de neşelenirim belki biraz umuduyla spor ayakkabılarımı ve trençkotumu giyip erkenden yollara düştüm. Ayaklarım beni yine o kitapçıdan bozma kafeye götürdü. Meydana bakan, yaşlı çınara yaslanmış, caddenin köşesindeki bu eski dükkân ne kitapçı ne de kafe olabilmişti. Ne çok buluşurduk burada. Bir kahve ya da çayla saatlerce oturmamıza, çantamızdan çıkarttığımız simidi yememize, güya ona çaktırmadan okuyup çıkarken raflara geri koyduğumuz kitaplara hiçbir laf etmeyen sahibi ne tatlıydı. Öldüğünde niye o kadar ağladığımızı kimse anlayamamıştı.
Önce kitapların arasında dolaştım. Günün arkadaşını arayıp buldum. Kasada parasını ödedikten sonra her zamanki köşemin boş olduğuna memnun, yüksek koltuğuma oturdum. Babasından kalan yadigâra sahip çıkan Orhan, çayımla yanına domates iliştirdiği karışık tostumu kitabımdan kafamı kaldırtmadan sessizce masama bıraktı.
Üçüncü kahveme gelmiş, sayfalarda bir hayli ilerlemiş, defterimi çıkarıp notlarımı almaya başlamıştım ki, üzerimde iki göz hissettim. Başımı kaldırıp camın önündeki masaya baktım. Saçları hafif kırlaşmış, bıyıkları da tütünden sararmıştı. Boynundaki nefti şal ela gözlerini iyice ortaya çıkarmıştı.
-Aaa, Murat? Seni görmek ne güzel. Nasılsın? Unutmamışsın da buranın yollarını. Ne zaman geldin? dedim ayağa kalkıp karşımdaki koltuğu gösterirken.
-Seni de öyle. Şimdi daha iyiyim!
Masasındaki kitapları toparlamaya başladı.
-Unutur muyum hiç. Bunlar da ne zamandır aklımdalar. Bulunca aldım hepsini, diye ekledi gülümseyerek.
Sıkıca sarılıp birbirimize karşılıklı koltuklarımıza otururken
-Bir hafta oldu geleli aslında. Önce köye gittim, anneme. Yaşlandı iyice ama hatırlıyor hâlâ beni, dedi.
-Hatırlanmak çok güzel tabii, kıymetini bil.
İkimiz de annemden, hastalığından, bana bir yabancı gibi gidişinden bahsetmedik. Oysa şimdi karşılıklı oturmuş birbirimize uzak hayatlarımızdan haberler vermemizin aradaki mesafeyi, kaybolan yılları kapatmaya çabalamamızın nedeni değil miydi annem? “Bırakamam, bensiz ne yapar?” diye ağlarken durumu saklamasaydım, o da “Ne desen ne giysen ne sürsen tanımıyor işte. Karartacak mısın tüm hayatını? Ya biz ne olacağız? Değer mi?” diyebilseydi. Değişir miydi fikrim? Anlar mıydı uğurlamaya bile gitmeyişimi? Düşüncelerimden sıyrılıp ev sahibi edasıyla sordum:
-Ne içersin? Bardağın boşalmış. Aç mısın?
Güldü.
-Doyurma sevdan bitmedi mi etrafındakileri? Biraz önce kahve söylemiştim, getirir Orhan buraya.
-Ne zaman tanıştın Orhan’la?
Şaşırmıştım, Orhan’ı ben tanıyordum. Bırakıp gittiği dünyamda bana özeldi Orhan. Burası artık benim takıldığım bir kafeydi. Yine ela ela güldü. Genç adamı işaret etti.
-Ne kadar dikkatli olduğumu unuttun herhalde. Ayrıca yıllar ona epey insaflı davranmış.
Kitaplardan, gezip gördüğü ülkelerden, yeni taşındığı evin güneş alan oturma odasından, camının önündeki çınar ağacından, yemek yapmayı öğrendiğinden bahsetti. Hâlâ üniversitede hoca olduğundan, kadroya alındığından da… Gidişini, o zamandan beri neden gelmediğini, niye arayıp sormadığını, yeni bir sevgilisi olup olmadığını sormadım.
Hava kararıp Orhan boşalan masaları ertesi güne hazırlarken ağzımdan çıkıverdi:
-Gel bana gidelim, çok güzel bir şarabım var. Pencerenin önünde sigara içmene de izin verebilirim. Rauf da özlemiştir beni artık.
Şaşırdı, ağzını açıp tam “Rauf da kim?” diye soracak gibiydi ki, bir kahkaha attı. Trençkotumun üzerindeki kedi tüylerini temizlerken hadi gidelim der gibi başıyla işaret edip ayağa kalktı. Hesabı ödedik. Orhan’a, “Haftaya görüşmek üzere.” dedikten sonra caddede biraz yürüdük. Otobüs durağını hedeflerken birden önümüzden geçen bir taksiye eski alışkanlıkla el etti. Taksi yabancı zannedince durdu. Mesafeyi kısa bulunca şoför tekrar gaza bastı. Murat’ın kapıyı açmaya çalışan eli de havada asılı kaldı.
Eve vardığımızda karafı dolabın üst rafından çıkarttım. Tozluydu. Yıkadım önce. Şarabı içine havalandıra havalandıra koydum. Son Berlin seyahatimden kalma bir iki çeşit peyniri ahşap tabağa dizdim. Bu bizim gerçeğimiz olabilirdilere takılmadan, tek kanadını açtığım cam kapının önünde ayakta sigara içen silüetini izledim gizlice. İster miydim? Eksik miydim? Sabahki umutsuz uyanışım geldi aklıma. “Yok canım! Yaşla, işle, yaşadığın memleketin omuzlarına yükledikleriyle ilgili onlar.” dedim. Kendimi dinlemedim. “Neden gittin?” diye sormamıştım ki daha önce. Şimdi miydi sırası? Aynada saçlarımı kontrol ettim. Ela bir gülümseme kondurdum dudaklarıma, “Ânı yakala,” diye fısıldadım.
-Şaraplar ve peynir hazır. Aç olmadığına eminsin değil mi?
Muzip muzip bakan gözlerinde hüznü okudum.
-Sahi, dedi.
-Sen niye gelmedin benimle?
Seçil Erginler
7 Kasım 2024, İstanbul