AYLAK DERGİ DEVRİM YAKUT RÖPORTAJI
1-Dünya olarak zorlu ve yorucu bir pandemi sürecinden geçtik. İlk öykü kitabınız “Aklımın Aynalı Çarşısı” bu dönemde okuyucularla buluştu. Sizi bu dönemde beyazperde de senaryosunu Yılmaz Erdoğan’ın kaleme aldığı “Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?” adlı filmde ve psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitabından uyarlanan “Camdaki Kız “dizisinde izledik. Bu üretkenliğinizi ve başarınızı neye borçlusunuz?
Çalışmayı seven biriyim. Çalışmadan ya da üretmeden kendimi iyi hissetmiyorum. Bu hep böyleydi, çocukluğumdan beri…”Çalışmak en büyük ibadettir” felsefesiyle büyütülmüş bir kuşağın çocuklarıyız biz. Ailem de öyle yetiştirdi beni. Çocukken de ders çalışmayı, okula gitmeyi çok seven bir çocuktum. Galiba çekirdek ailede nasıl şekilleniyorsanız, hayatınızın devamı da öyle oluyor. Başarı ise, doğru, akıllı ve verimli çalışmanın doğal sonucu diye düşünürüm. Pandemi döneminde de, ilk zamanların şokunu atlatmaya çalışırken, baktım depresif bir ruh haline doğru gidiyorum, yıllardır yapmak isteyip yapmaya zaman bulamadığım bir hayali gerçekleştirmeye niyet ettim. Ve “Aklımın Aynalı Çarşısı” çıktı ortaya. Pandemi öncesi kararı verilmiş, pandemi nedeniyle ertelenmiş “Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?” pandemi döneminde yaptığım ilk iş oldu. Sonra” Şeref Bey “ isimli bir dizide çalıştım. Sonra da “Camdaki Kız” geldi. Yani pandemi koşullarında bile durmamak bana çok iyi geldi, hala da öyle…
2-İlk öykü kitabınız “Aklımın Aynalı Çarşısı” nda birbirinden bağımsız on dört öykünüz yer alıyor. Her öykünüzde ustaca anlatılan farklı karakterler ve hikâyeleriyle karşılaştık. Kitabınızı okurken öyküleriniz, bir film karesi gibi okurun gözünde canlanıyor. Böyle ustalıkla yazılan bir kitabın yaratım ve yazım sürecini bize biraz anlatabilir misiniz?
“Aklımın Aynalı Çarşısı” benim için ilk kitap olmasının yanında, bir “akış” kitabı oldu diyebilirim. Yani sanırım yılların birikimi bir akışla kâğıda döküldü. Kendimi bildim bileli, yakın çevrem iyi bir hikâye anlatıcısı olduğumu ve bunları yazmam gerektiğini söylerlerdi bana. Ben de kendimi “kaydedici” diye tanımlarım. Etrafımda olup biten küçüklü büyüklü her durumu kaydeden bir zihnim var. Dinlediğim iyi ve ilginç her hikâyeyi hatırlarım. Sanırım bu birikim, akacak yatak buldu kendine. Hiç yapamam sanıyordum, ama başına oturunca kalkamadım. Benim için son derece şifalı, zaman kavramını unuttuğum büyülü bir serüven oldu yazmak. Sanırım bundan sonra da öyle olacak…
3-Hikâyelerinizde kullandığınız yalın dil ve akıcılık okuyucuyu hemen yakalıyor. Öyküleriniz yaşam kadar gerçek, bir paragrafta gülümserken diğer paragrafta hüzünleniyoruz. Yaratma sürecinde gerçek yaşamdan ne kadar etkileniyorsunuz?
Etkilenmemek imkânsız… Yanınızdan geçip giden herkes, kapısından girdiğiniz her ev, üç gün de olsa uğradığınız bir şehir ya da “tesadüfen” karşılaştığınız herkesin mutlaka bir hikâyesi var. Ben okurken de, bir film ya da dizi izlerken de, sıradan insanların sıra dışı hikâyelerine tanıklık etmeyi çok heyecan verici bulurum ezelden beri. Sanırım yazma serüvenim de buradan şekillendi. Öykülerin neredeyse tamamında sıradan, olağan, her gün karşılaşma ihtimalimiz olan karakterler var. Benim ateşleyici gücüm, o sıradan görünenin arkasında hikâyelerin peşine düşmek oldu. Bu serüvenin merkezinde “önyargı” kavramına kafayı çok takmış biri olmam da var. Benim mesleğimi icra ediş yolumu da, artık yazma serüvenimi de belirleyen anahtar cümle de galiba hep bu kavram oldu. Olmaya da devam edecek…
4-Tiyatro izleyicisiyle tekrar buluşmanızı sağlayan, aynı zaman da Sadri Alışık tiyatro ödülleri komedi dalında en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandığınız “Manik Atak” oyunu kadınlık halleri üzerinden yaşadığımız sistemi güçlü bir dille eleştiriyor. Çalışan ve üreten bir cumhuriyet kadını olarak Türkiye’de kadının yerini nasıl görüyorsunuz?
2021 yılında, ellili yaşlarının ortasına doğru ilerleyen bir kadın olarak hala bunu konuşmak zorunda olmamıza ne denli üzüldüğümü, utandığımı tarif edemem. Dünyaya da kendi ülkeme de baktığımda, kadın meselesinin hala gerçek bir çözüme ulaşamıyor olmasının altında yatan temel nedenin, “korku” olduğunu düşünüyorum. Kadının gücünden korkan bir erkek egemen algı var. Dünyanın dönmesini sağladığını düşünen bu erkek iktidarı, kadın gücünü yanına almak yerine karşısına almayı tercih ediyor binlerce yıldır. Korktukları başlarına gelecek diyorum ben. Bizi yok sayarak, karşılarına alarak, politize olmamızı, örgütlenmemizi sağladılar, sağlamaya devam ediyorlar. Ama şunu da söylemeliyim, biz gücümüzü onları yok saymaya değil, yanyana olmaya yönlendiriyoruz. Yanyana, omuz omuza olduğumuzda dünya cennet olacak. Kadının gülüşünden, yanında olmasından, yönetici konumunda olmasından, meclisteki sandalye sayısından, saçının telinin görünüp görünmeme bahsini bir mesele halinde konuşulmasından vazgeçildiğinde dünya cennet olmasa da, yaşanabilir bir yer olacak. Altını çizerek ve büyük harflerle söylüyorum; Kadın bir günah unsuru değil, hayatın devamının temel iki unsurundan biri…
5- Beyazperde de unutulmaz film karakterlerine hayat verdiniz. “Aile arasında, Ekşi elmalar, Kelebeğin rüyası, Bana masal anlatma” yer aldığınız filmlerden sadece birkaçı. Sinemaya gönül vermiş bir sanatçı olarak, kamera önü oyunculuk ve sahne önü oyunculuk arasında ki temel farklar sizce nelerdir?
Oyunculuk, oyunculuktur. Temel olarak, felsefi ve etik olarak, öz olarak elbette bir fark yok. Sadece teknik olarak farklar var. Biri uzak, bir fazla yakın. O kadar. İyi oyuncu da işin bu teknik kısmını, maksimum iki hata yaparak çözer diye düşünürüm. Yeter ki kendine, mesleğine doğru bir yerden bakıyor olsun.
6-Topraklarımız, içinde muhteşem hikâyeler ve karakterler barındırıyor. Baskılardan ve zor dönemlerden geçen İran sineması son yıllarda ödüllü ve muhteşem filmler yarattı. Türkiye’nin siyasi durumu göz önüne alındığında geçmişten günümüze Türk sinemasının gelişimini nasıl değerlendirirsiniz?
Türk sineması başını sansürden, yasaktan, engellemelerden başını kaldırabilmiş bir sinema değil henüz ne yazık ki… Sinema oldukça pahalı bir sanat. Doğaldır ki, parayı yatıranın cümlesinin izleri sürülmek zorunda kalınıyor. Ama bu iklimde bile şahane yönetmenler yetişti ülkemizde. Yetişmeye de devam ediyor. Sansürden, otosansürden, baskı ve önyargılardan kurtulmuş, özgürce üretebilen bir Türk Sineması hayal ediyorum. Çünkü sizin de belirttiğiniz gibi, müthiş öyküler üretmiş ve üretecek bir coğrafya bizimki..
7-Nazım Hikmet’in hayatınızda çok büyük bir yeri olduğunu biliyorum. Devrim Yakut’un varoluşsal sürecinde etkilendiği romanlar, filmler, edebiyatçılar nelerdir ve kimlerdir?
Evet Nazım Hikmet tüm dünyanın tanıdığı büyük bir şair. Ondan etkilenmemek, hayran olmamak mümkün değil. Nazım’ın yazdıkları, hayatı, memleket aşkı benim hep kılavuzum oldu. Kuşaklar boyu da hep öyle olacak biliyorum. Sabahattin Ali de benim için benzer bir yerde durur. Yaşasaydı, ömrü daha uzun olabilseydi, bu toprakların Albert Camus’ü olurdu diye düşünürüm. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, bu toprakların mirasını edebiyat üzerinden gelecek kuşaklara taşıyan büyük yazarlar… Yılmaz Güney sineması beni yine çok etkilemiştir. Şimdilerde ise Nuri Bilge Ceylan, Emin Alper, Özcan Alper sinemasını büyük bir hayranlıkla takip ediyorum.
8-İbn-i Haldun “Coğrafya Kaderdir “ der. Ülkemizin zor süreçlerden geçtiği bu günlerde, bu topraklarda doğan ve sanat yapan biri olarak, ,hayata dair umutlarınız ve beklentileriniz nelerdir?
Tüm dünya zor sınavlardan geçiyor. Görünen o ki, önümüzde daha zorlu süreçler var. Ama sanat, onu yapan için de izleyen için de hep büyük bir sigorta. İyileştiren, dönüştüren bir şifa kaynağı. En karanlık noktada bile sanat varsa, umut hep var demek… Ben yapı olarak hiç umutsuz biri olmadım. Coğrafya kaderdir belki evet, ama kadere yön vermek, akışı değiştirebilmek mümkün. Coğrafyadan, dolayısıyla kaderinden şikâyet etmek yerine,” coğrafyaya nasıl katkı sağlayabilirim” meselesinin peşine düşmek gerekiyor galiba… Ben gençlere, onların enerjisine hep güvendim. Onlar değiştirecek. Çünkü artık bilgiye ulaşmak o kadar kolay ve hızlı ki… Ve insanları kandırmak artık o kadar zor ki… Kendi gölgelerine hayran olmaktan bu fotoğrafı görmeyen, göremeyenlerin işi çok zor. Beklentim, tüm dünyanın akıl birliği yaparak, savaşmakla, işgal etmekle, yağmalamakla bir yere varılamayacağını anladığı günler…
RÖPORTAJ: GÜLİN EREN SAYGIN