Geldi işte canımın içi Eylül. Yakmaz artık güneş. Yâr busesi gibi dokunur tenine.. Yağmur üşütmez, toprak tozunu yapıştırmaz yüzüne. Rüzgâr hala geçip giden yazın kokusunu taşır içinde.
Sarı bir bavuldur Eylül. Koca yıl biriktirir Eylül’de açarsın kapağını. Kışın hoyratlığını, yazın boş vermişliğini koyarsın içine. En çokta yalnızlığını.. Gidenlerin ardından bakmayı öğretir Eylül. Kendinle kelam etmeyi, tek kupalık çay demlemeyi, iki satır yazıyla saatleri devirmeyi öğretir. Bu duvarları, bu pencere önünü, yastığını, aynadaki suretini sevmeyi anlatır. En ağır hüzünlerini kucaklamaya hazırdır. Seni saran sevgilinin narin kolları değil, çiçeksiz kalmış erguvan dallarıdır artık.
En sadık dostun oluverir Eylül. Seni, kalabalıktan, o uğultudan çeker alır. Dinginliğini bölüşür, huzurunu bulaştırır. Upuzun uzandığında sararmış yaprakların arasına, yüzündeki ince gülümsemedir Eylül. O bankta karşında gül yüzlü sevdiceğin olmasa da, sen onu hayal ederken oynaşarak düşen, gözlerinin dolmasına sebep sarılı, kızıllı yapraklardır. Onca ayın yorgunluğunu sırtından alan, omuzlarına ılık bir örtü bırakan, “Gel, uzan göğsüme dinlen, hadi anlat ben dinlerim” diyenindir.
Eylül kıymetini bilenlerindir. Hazan deyip sırt çeviren, hüzün deyip yüzünü döken anlamaz dilinden. Belki de bundandır Nazım’ın “Kimse bilmesin isterim, Eylül Piraye’dir” demesi. Rivayet odur ki Eylül bir ay değil, bir aylık ayrı bir mevsimdir. Tıpkı Nazım’ın Piraye’si gibi..