Kedisiz metisiz, sahnesi olan bir yerdeyiz. Şişli Karagözyan Ermeni Yetimhanesinin toplantı salonu provalar için kiralanmış bulunuyor.
John ve Philip ikilisiyle çok iyi kaynaştık. İyi müzisyenler, uzun zamandır birlikte çalışıyorlarmış. Güleryüzlü, neşeli çocuklar, çat pat Türkçeleri var, provalarda oyunu algıladıkça eğlenmeye başladılar.
Şarkıları çok güzel çalıyorlar, yer yer ikinci sesten vokal yapıyorlar. Kimi şarkılarda Cem darbuka, tef, bongo gibi aletlerle, ben gitarla ya da sazla eşlik ediyoruz onlara.
Bir gün Bülent elinde bir gitarla geldi provaya.
-Hayrola?
-Karyola! Öğretin bana şu Hüseyin Parasız şarkısının akorlarını, birinci perde finalinde ben de çalıcam. Siz çalarken dikkat ettim parmaklarınıza. Çok basit!
Pek de haksız sayılmaz. Üç basit akordan oluşuyordu şarkı. Ancak Bülent hayatında ilk kez eline gitar alıyor. John ona gitar dersleri vermeye başladı. Çay ve sigara molaları boyunca epey kafamızı ütüledi, giderek ilerleme kaydetti ve orkestraya katıldı. Azimle dıngırdatan gitarı deler!
Işıkçı konusunda sorunumuz var. Eski ışıkçı Ayhan Delon geçen turnedeki deneyimi münasebetiyle, bir çocuk tiyatrosunda oyunculuğa başlamış. Işıkçı aranıyor. Bu kez minibüsle gitmek istemiyor Ayfer, büyük otobüs kiralanacak, o aranıyor. Bütün bunlara Ayfer uğraştığı için sık sık kesiliyor provalar.
-Ali! Derhal Mercan Yokuşu’na gidiyorsun, Cem’e göre bekçi elbisesi, şapkası, düdüğü alıyorsun!
Buyuruyor. Bembeyaz kirpiklerini kısarak uysal bir kedi gibi Mercan Yokuşu’nun yolunu tutuyor Pastel Ali.
4 Nisan Salı günü, neredeyse hazır gibiyiz. Perşembe genel prova, Cuma Çatalca’da dünya prömiyeri! Ve fakat henüz ışıkçımız yok!
-Aslında ışık işimiz gıllıgışlı değil, yak söndürden ibaret. Sahne sonunda, o sahnede olmayan birimiz bu işi yapabilir.
-Gayet tabii.
Diyor Bülent.
-Çok güzel fikir!
Diyor Ayfer. O gözle sahne sonlarını inceliyoruz. Genelde Cem kuliste.
Üç sahnede pürüz çıkıyor. Birini Bülent, öbürünü ben yapabiliyorum, üçüncü de kuliste sadece Ayfer var.
-Onu da sen söndürüyorsun patron.
-Aaa hayır. Ben hiçbir şey söndüremem.
-Bir şey yok. Şarteri aşağı indireceksin. Biz sahneden çıkacağız, sen girince ben yakacağım.
-Ben şartere falan el süremem.
-El sürülmeyecek bir şey yok. Bak Ayfer, çok güzel, gayet cici, şık, kırmızı bir zararsız şartercik.
Diyerek onu elinden tutup şarterle tanıştırmaya götürüyor Bülent.
-Hayır hayır dokunamam ben ona.
-Dokunmaya alışsan iyi olur patron. Yani dokunmayı becerirsen; eksi bir yevmiye, eksi bir konaklama, sofrada eksi bir kişi!
Dedim. Kısa bir tereddütten sonra yaban bir hayvanı okşuyormuş gibi ufak ufak sıvazlamaya başladı şarteri.
Devrisi gün sahnelerden çok, Ayfer’le ışığı yak, söndür şarter çalışması yaptık. Giderek alıştı.
-Evet canım, yapabilirim ben bunu.
Genel provada söndürmesi gereken yerde inmedi şarter. Işık sönünce çalması gereken orkestra müziğe başladı. Bülent, Cem ve ben göbek atarak çıktık sahneden.
-Niye söndürmedin patron?
-Provada niye elimi şartere bulaştırıyorum ayol? Yarın Çatalca’da söndürürüm. Ayrıca öyle göbek atarak çıkmanız çok komik oldu, John’la Philip çok güldüler. Orada ışık sönmese daha iyi! Değil mi Philip? Değil mi John?
O sahne sonunda ışık sönmemesine karar verildi.
7 Nisan sabahı, kedili köşkün önünde duran kocaman otobüse biniyoruz altı kişi. Ardından birkaç sıra koltuk sökülmüş, oraya dekor, kostüm aksesuar ve bavullarımız yerleştirilmiş, geri kalan koltuklar bize ait. Ayfer önceki ikiliye konuşlandı, ben ortada bir ikiliyi beğendim. Philip en arka ikiliye çekildi. Herkes yerleşti. Atladı arka kapıdan içeri muavin, çekti kapıyı. Sürücümüz bastı gaza. Giderek küçüldü dikiz aynasında köşkün kapısında ardımızdan su döken Ayfer’in annesi İlhame, eteğini çevreleyen kediler ve el sallayan Pastel Ali.