“Bilmiyorum ki…” diye başladı söze. Ne kadar zamandır dalıp gittiğinin farkında bile değildi. Ne düşündü, neydi aklından geçip onu gülümseten diye sormaya hazırlanırken ben; başladı bazen pür neşe bazen pür melal anlatmaya: “Ruhu bedenine, aklı başının içine sığmayan bir adam.” dedi. “Bundan sebep birçok şeyi aynı zamanda yapması, birini bitirmeden diğerine başlaması, sıkılganlığı… Ama asla yarım bırakmaması hep bundan.” Gözlerini kilitlediği yerde gördüğü, düşündüğü şeyi o an anlamak isteğim hep artarak devam ediyor. Sadece ona bakarak, anlamaya çalışarak geçebilir saatlerim. Sadece susarak her şeyi konuşabilirim gibi geliyor ilk günden beri. Üzerine konuştuğu her şeyin, kızdığı, sevindiği, hüzünlendiği, küfrettiği her şeyin bana ne denli işlediğini bilse dehşete kapılır belki. Tıkır tıkır işleyen ellerini, aklındakileri anlatırken yüzünü kaplayan heyecanını, içine sinmeyen bir şeyi en baştan alırken gözlerindeki o kararlılığı izlemek güneşten içime sıyrılıp gelen muhteşem bir ışık gibi. Sürekli soru sorduğum zamanlarda “Aslında beni anladığını biliyorum ama zorluyorsun.” deyip bıkmadan başka başka yerlerden yeni cevaplar vermesi, sadece elini açıp, kimseye ve gördüğüm hiçbir manzaraya benzemeyen gülümsemesiyle elimi, elinin içine istemesi, adımı her farklı söyleyişinde kalbimin de farklı çarpması. Yeni bir ben doğuruyor benden. Onu görme ihtimalimin olduğu günlerdeki neşemin ve aksi günlerdeki özlemimin yarattığı birbiriyle dost, birbirine düşman iki kadın var içimde.
Aklının Sırat’ındaki gel gitleri onu yorduğunda, yaşanmışlıkları, hâlâ yaşıyor oldukları ruhunu sıktığında ne kadar iyilik varsa içimde söküp vermek istiyorum. Başındaki derin izi, gözlerinin kenarındaki çizgileri, terlediğinde alnına düşen beyaz saç tellerini, çalışırken çattığı kaşlarını zihnime tıpkı martıların bata çıka denizi işlemesi gibi işliyorum. Bazen yaşadığı her anı yine aynı şekilde yaşarmış gibi bazen de her şeyi sil baştan yaşamak ister gibi anlattığı ne varsa bilmeyi seviyorum. Yeni bir pencere açtığını ve oradan bakmayı sevdiğini hissediyorum. Geçmişin tozunu aynı nefesle üflediğimiz o pencerenin önüne koyar gibi, kalbime çiçekler koyması bu sebepten.
Birazdan gelir. Zihninde uçuşan onlarca düşünce, cebinde yüzlerce kelimeyle gözlerini gözlerime dikip anlatır. Sesindeki huzur, yüzündeki muzur çocukla buluşur. Dudağının kenarında yanan sigarasının dumanı kaçmasın diye kıstığı gözünün hatırına bir kahve yaparım. Sanki dünyada kalan son iki insanmışız gibi birbirimizden gayrısını duymadığımız o birkaç saati içime doldurur bir dahaki güne kadar saklarım. Şimdi sorunun cevabını aldıysan eğer ben kahve için su hazırlayayım, dediğinde anlattıklarının etkisindeydim hâlâ. Boş boş baktığımı hatırlıyorum. Devam et lütfen demek istiyorum ama bunu ona bırakıyorum. Onca şey yaşamış iki insanın hiçbir şey yaşamamış gibi her şeyi en baştan birbirinde yaşayabilmesini anlamaya çalışıyorum. Sorduğum soru bana bile boş geliyor o an. Sadece evet deyip geçilmeyecek bir şey yaşadığını “bilmiyorum ki” diye başlamasından anlamalıydım diyorum. Ve bazı insanlara seviyor musun, diye sorulmaması gerektiğini aklımın bir köşesine kazıyorum.