Onlar anaydı, babaydı, başkaydı. Allah mekanlarını cennet etsin.
1963’te Dram Tiyatrosu’nun altında Kemal Film’de çalışıyordum. Ara sıra teknisyenlik yapıyorduk. 1969’da askerlikten sonra Muhsin Ertuğrul’un Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda açtığı teknisyenlik imtihanlarına girdik. 50 kişi imtihana girdik. Muhsin Ertuğrul imtihanı bizzat yapıyordu. Büyük, yüksek bir dolap vardı. Keseri koymuş, sapını da dışarıda bırakmış. O keseri kim verirse imtihanı o kazanıyordu. İnsanlar sınava girip çıkarlarken anladım bir şey olduğunu. “Ne var orada, niye suratınız asık çıkıyorsunuz?” diye arkadaşlara sordum. Dediler ki “Ya bir keser var, alamadık onu oradan.” Aklıma hemen çözümü geldi. Sıram geldi, girdim. “Hoş geldin evladım.” dedi. “Hoş bulduk Hocam.” dedim. Beni zaten alt katta çalıştığım film şirketinden de tanıyordu. Beni de çok seviyordu. Nur içinde yatsın. Ondan sonra, “Şu keseri bana verir misin evladım?” dedi. Tak diye aldım, verdim. “Sen birinci olarak kazandın.” dedi. Sonra Dram Tiyatrosu’nda işe başladık. Saraçhane Tiyatrosu’na beni verdi. O zamanlar oranın teknik şefi İsmail Varsoy’du. O beni orada yetiştirdi. Arada bir Behzat Budak’ın Tepebaşı’ndaki evine gidiyordum. Evinin altı atölyeydi. O da başka bir insandı, Allah rahmet eylesin. O da tekniği, dekor yapmasını, dekor bezlemesini, Amerikan jineti kullanmasını, bazı şeyleri bana çok iyi anlattı. Savaş gazisiydi.
Ben sabah erken giderdim tiyatroya. Benim tiyatroya aşkım başkadır. Mutlaka erkenden iş yerinde olurdum. Akşam da saat 1’de giderdim eve. 45 yıl meslek hayatım böyleydi. Sahneye geldim, biri var, süpürge elinde. Baktım ki Muhsin Hoca sahneyi süpürüyor ufak ufak. Oysa beni bekliyormuş. Gittim. “Hocam günaydın.” dedim. “Hoş geldin oğlum. Seni bekliyordum, neredesin?” dedi. “Geldim Hocam.” dedim. Çok severdi beni. Neyse; alnımdan öptü beni, ben de onun elinden öptüm. Ondan sonra “Al şu süpürgeyi evladım. Şu sahneyi bir süpürsene.” dedi. “Hocam sahnede bir şey yok ki.” dedim. “Sen süpür ben sana söyleyeceğim, anlatacağım.” dedi. Sahneyi süpürmeye başladım. “Burnuna bir toz geliyor mu, kokusu?” dedi. “Geliyor Hocam.” dedim. “O zaman ölünceye kadar bu sahneden ayrılamazsın oğlum. Seni aşıladım bu sahnede. Bu tozu yutan bir yere gidemez. Bunu çok iyi bil.” dedi. Hakikaten de öyle oldu. Sonra elini öptüm. “Gel, yukarıda sana bir çay söyleyeyim.” diyerek devam etti: “Buraya İtalyanlar gelecek” dedi. İtalyan Konsolosluğu’nun orada ufak bir sahne vardı. “Orada teknik eğitimler verecekler.” dedi. “Olur, Hocam. Ben giderim, sorun yok.” dedim. Gittim, onlarla da biraz çalıştım. Geldikten sonra Kadıköy Süreyya Sineması’nda -tiyatro o zamanlar oradaydı- görev yaptım. Oradan Kadıköy Halk Eğitim’e geçtik. Sonra Haldun Taner Sahnesi’ne geçtik. 30 yılım orada geçti. Sonraki 15 sene de Şehir Tiyatroları’nda devam ettim.
Bedia Muvahhit, Şaziye Moral, Behzat Baba (Behzat Budak), Vasfı Rıza Zobu, Rıza Tüzün, Sami Ayanoğlu ile çalıştım. Hepsi nur içinde yatsın, güzel insanlardı. Onlar hem anaydı, hem babaydı, hem eğitimciydi, hem büyüktü. Onları hiç unutamam. Her sanat yapan güzel insandır benim için.
Recep CANTEMÜR