Adım Zeynep, beş yaşındayım. Ilık bir nisan gününün ikindisinde, sokaktaki çocuk sesleri, etrafta neşe saçarken ben, onları balkonumuzdan izliyordum. O an bahçemizdeki gizli yerime inmeye karar verdim. Uçuşan perdemizin arasından salona girmemle birlikte annem, okuduğu kitaptan başını kaldırdı.
-Anneciğim bahçeye çıkabilir miyim?
Annem kafasını sallar sallamaz koşarak odama gittim, çantamı oyuncaklarla doldurdum, en son da bebeğimi kucağıma alıp indim. Bahçemizdeki asırlık çınar ağacının kovuğu, benim gizli yerimdi. Hem oyuncaklarımı oynuyor hem de eve gelme saati yaklaşan babamı düşünüp, heyecanlanıyordum. Sokaktaki mutlu çocukları dinlerken, babamın sesiyle irkildim. Ellerinde yine renkli paketler vardı. Ayağa kalktığım anda büyük bir gürültü oldu ve her yer toza dumana karıştı. O tozların arasından babam koşarak beni aldı. Çok korkmuştum ve ağlıyordum. Sonradan öğrendiğimize göre, şehrimize bir bomba atılmış, savaş başlamıştı. Savaş neydi ve neye benziyordu? Korkutuyordu ama canımızı da acıtır mıydı?
Sokaklarda artık, çocuk sesleri değil, çatışmanın sesleri duyuluyordu. Herkes, evlerinden çıkamayacağı bir zamanı yaşıyordu ve babamın aldığı kararla, buradan gidecek ve çok güzel ülkelerde yaşayacaktık. Öyle söylemişti. Ben sevinçliyken, ailem neden üzgündü anlayamıyordum. Alabildikleri eşyaları aldılar. Benim bir tek bebeğimi almama izin verdiler. Neden üzüntülü olduklarını o zaman anladım. Bilmediğimiz o ülkelere yolculuğumuz; daha önce görmediğimiz insanlarla birlikte, haftalarca sürecek, dağlarla kaplı, patika yolda başladı. Başlangıçta her şey çok eğlenceliydi, bir hikâyenin sanki başkahramanıydım. Zamanla sıcaklık arttı, çok yoruldum ve acıktım. Etrafımız ağlayan çocuklarla doldu, onlara bakınca kucağımdaki bebeğime daha sıkı sarıldım. Yalvarır gözlerle babama baktım. Yolun başında bana:
-Hemen yorulmayacaksın, uzun bir yol, sabredersen her şey çok güzel olacak, demişti.
Ayaklarım beni taşıyamayacak duruma gelene kadar yürüdüm sonra toza bulanmış yüzümden, gözyaşlarım yol bulup aktı. Alınan kararla mola verdik. Yemeğimi yemiş ve dinlenmiştim, o kadar mutluydum ki! Gözlerimin ağırlaştığını hissettim. Anneme dönüp:
-Artık evimize dönebilir miyiz? Çok uykum geldi, dedim.
Annemin gözleri doldu:
-Lütfen bizi anlamaya çalış kızım, bir süre evimiz bu yollar olacak, dedi.
Kaldığımız o akşam, bilmediğim hayvan sesleriyle birlikte annemin kucağında uyudum. Sabah kalkıp yolumuza devam ettik. Günler geçiyordu. Ama hâlâ o bahsedilen ülkelere varamıyorduk. Bu yolculuktan artık çok sıkılmıştım. Üstelik terlemiş ve kirlenmiştim.
-Banyomuzu çok özledim anne.
Annem sesimi duymamış gibi kolumu çekiştirdi. Etrafıma baktım, herkes de aynı durumdaydı. Birkaç gündür annem ve babam tok olduklarını söylemiş, su dışında bir şey yememişti.
-Ben neden sürekli acıkıyorum ki anne?
-Tamam, kızım al, deyip elime, bayatlamış, kokmuş bir ekmek parçası tutuşturdu.
Herkesin sabrı tükenmeye başladı. ‘Tek umudumuz o dikenli teller, az kaldı.’ diyorlardı.
Sonunda beklenen o teller görünmeye başladı. Herkes sevinç ve heyecanla birbirine sarıldı. Ben de sevinçle kollarımı yukarı kaldırdım ve elimdeki tozlanmış oyuncak bebeğimi yere düşürdüm. Bunu fırsat bilen başka bir çocuk koştu ve bebeğimi aldığı gibi kaçtı. Sahip olduğum tek oyuncağım da ellerimden uçup gitti. Babam:
-Şu telleri geçince sana daha güzellerini alacağım söz veriyorum, dedi.
Sınıra gelince, ilerleyemedik çünkü her yer dikenli tellerle kaplıydı. O an bilmediğim bir dilde bağıran bir asker silahını bize gösterdi.
-Hani her şey güzel olacaktı baba? Burası evimizden çok daha korkunç görünüyor.
Günlerce aç ve susuz kalan babam benim bu sözümle tellere doğru koştu. Askerler bağırıyor ama babam duymuyordu. Silahlar babama çevrildi, ardından annem:
-Dur gitme seni öldürecekler!
Derken, beni elimden tuttu, babama doğru koştuk. Havada korkunç üç ses yankılandı. Yerdeydim, anneme baktım, elimi tutuyordu ama uyumuştu. Bulanıklaşmaya başlayan görüntüde bebeğimi gördüm, ona elimi kaldırdım. Havalanan elim, toprağa hızla geri düştü.