Elinde, sürekli tutmaktan ya da çok okumaktan aşındığını düşündüğüm bir kitap vardı. Sürekli o kitaba bakıyor ve onu kokluyordu. Düşük omuzları ve çökmüş yüzüne rağmen elleri genç duruyordu. Daha az önce, ortada hiçbir şey yokken, kendisini korumak ister gibi elini başına siper etmiş, bir şeyler söylemişti. Bakışlarını sürekli kaçırıyor, aralıklarla irkiliyor ve bir oturup bir kalkıyordu. Gözlerini kaçırmadığı tek yer, bir zamanlar Yahudilerin -gizli bölme- olarak kullandıkları, şimdi ise boş kalan bir iş yeri binasıydı. Merakıma daha fazla dayanamayıp yerimden kalktım ve çekinerek yanına oturdum. “Bakın siz de işitiyor musunuz, bu kızımın sesi ne güzel okuyor değil mi?” dedi. İstemsizce kitaba doğru eğildim, etrafta bir ses ararken o devam etti. “Ondan geriye sadece bu kitap kaldı. Yeşil kapağı biraz tozlanmış ve yıpranmış ama cildi hala sağlam duruyor. Onu, yerde yatan eşya yığınlarının arasında sayfası açılmış şekilde buldum. `Tam da bu sayfa!” Heyecanı, sesine o kadar çok yansımıştı ki yüzüne şaşkınlıkla baktım. “Evet! Yeşil bir kapağı var. Eminim güzel bir kitap. Adını öğrenebilir miyim?” derken elimi kitaba doğru uzatmış bulundum. O an panikledi ve kitabı geri çekti. “Kapağı yıpranmış ama hala okunabiliyor, siz dokunamazsınız bu kızımın kitabı.”
Kitabın açık kalan o sayfasına işaret parmağını koyup bana kapağını gösterdi. “Erguvan Ağacı, A. J. Cronin bu kitabı ben de çok severim.” dedim. Adam birden yerinden kalktı. Etrafına boş gözlerle baktı, başını kaldırıp gökyüzüne gülümseyerek selam verdi. Ardından yere çöktü ve ağlamaya başladı. Ben de hemen yanına çöktüm. Çantamdaki erikler aklıma geldi, çıkarıp ona birkaç tane uzattım. “Alır mısınız? Bahçemden yeni kopardım.” Gözleri eriğe odaklandı. Boynundaki damar belirginleşti, daha çok yeşillendi. Teninden öbek öbek ter boşandı. Sonra kalktı, hiçbir şey olmamış gibi yerine oturup konuşmaya başladı. O an yanlış olan neydi kestiremedim. Bir insan ruhuna saniyede kaç duygu hali sığabilirdi ki? “Görüyor musunuz? Bakın, tam karşımızdaki bina! Orada gizli bir bölmede yaşıyorduk, sonrasında Gestapo gelip yağmalamış. Her şey paramparça olurken geriye yeşil kapaklı, ciltli bu kitap kalmış. Kızımın kitabı, yığıntıların arasındaydı, öylece duruyordu. Bugün buldum. Size bir şey itiraf edeyim mi? Yaşadığımız yerden çok bunalmak, bir yılı aşkın bir süre dar bir odada yaşama tutunmaya çalışmak, açlık, kızımın ergenliği ve yalnızlığı, benim ise gergin ruh halim birbirimize olan bağımızı her geçen gün yıpratır hale getirmişti. Düşünsenize! Henüz on üç yaşındaydı. Bir yıl dayanabilmiş, aynı karım gibi.” Gözlerini kıstı, gözünden bir damla düşerken “Şartlar ne olursa olsun yaşama gücünü yitirme.” diye fısıldadı. Hemen söze atıldım. “Yaşadıklarınız çok zor ve acı şeyler, ama ne doğru söylediniz.” “Bunu ben değil! Kızım söylerdi.” dedi ve bir kahkaha attı. “O daracık odada, bize yaşama gücünden bahsederdi. Başka bir kitabımız yoktu. Biliyorsunuz, düne kadar kitaplar birer suçluydu. O, bize bu kitabı okurdu. Ben dayanamaz kalkardım, karım ise her defasında merakla sonunu beklerdi. Tam üç yüz yetmiş üç sayfa.” Onu dinlerken aklıma -Biri ölür üzülmezsiniz, sonra sandalyeye asılı hırkasını görürsünüz, o hırkanın duruşu kalbinize oturur – sözü geldi, tıpkı bugün bulduğu o kitap gibi. Düşüncelerimden sıyrılıp tekrar adama döndüm, mahcup bir şekilde omzuma bakıyordu. “Biliyorum, sizin için bir anlamı yok. Eski, sıradan bir kitap gibi duruyor. Oysa benim için bu kitap, ondan geriye kalan tek varlık ve en özel anılarla dolu.” dedi. Kitabın, açık olan o sayfasından bir bölümü yüksek sesle okudu.“Bir şey yokmuş, her şey yolundaymış. Havalar güzel gidiyormuş. Erikleri toplamışlar.” Sonra en baştan tekrar okumaya başladı. Ara ara başını kaldırıyor “En güzel zamanı anlatıyor, siz de işitiyor musunuz?” diye fısıldıyordu.