‘’Bir fırtına kuşunu sevmeliydim seveceğime seni;
Hiç değilse baharda göğü şenlendirir gelirdi.
Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi…’’
(Deli Kızın Aşk Şarkısı/ Sylvia PLATH)
Aynı mevsimin aynı ayı. Aynı ayın aynı günü. Aynı günün başka yılı. Bilmem kaçıncı kere beyin ölümü ile bitkisel hayatın ayrımını anlatıyor doktor. Hastane kokulu nefesi yakıyor burnumu. Bilmem kaçıncı kişi, bir bitkiden söz eder gibi anlatıyor onu. Bağlandığı makine her beş dakikada bir -stabil- uyarısı veriyor. Tiz, net. Arada konuşur gibi sesler çıkarıyor. Boğuk, belirsiz.
On bir şubat. O günü beynimde yüzlerce defa başa sardım. Her defasında kendini boşluğa atmadan onu yakaladım. Her defasında, bir öncekinden daha sıkı sarıp sarmaladım. Yine de engel olamadım. İşte tam da bu sebeple, kendi hikayesini okuyucuya o anlatsın istedim. Birçoğunuz çıldırdığımı düşünebilir. Hayır. Bence fişe bağlı yaşayanların ipleri, sonsuzluğun içinde daha serbest. Görünen dünyanın iplerine, bile isteye esir olmuş olan bizleriz. Belki herkes uykudayken onlar uyanıyor ve bu dünyada birilerine yarım kalan hikayelerini fısıldıyorlar. Belki de bu yüzden geceler karanlık, sessiz ve ıssız…
***
-Sevgi şehir dışından nakil geldi, bundan sonra bizimle olacak.
Daha tahtanın önüne gelmeden takılıp, öğretmen masasına kapaklandım. Masaya yakın sıradaki kumral olduğunu seçebildiğim biri yüksek sesle güldü.
-Çok mu komik? dedim ve utancımı bastıracak bir hışımla saçlarımı savurdum diğer yöne doğru.
-Arkadaşlar sessizlik…
Lisenin müdiresi beni sınıfa tanıtırken, onunla gözlerimiz iristen birer kılıçla meydan okuyordu diğerimizin gözlerine. Sonra her şey değişti. O gözler görmez oldu başka gözleri.
İlker liseden sonra tıp okudu. Ben Amerikan Dili ve Edebiyatı bitirdim. Amerika’da master yaptığım yıllarda da bağlantımız hiç kopmadı. O mezun oldu, ben de yurda dönüş yaptım. Birkaç ay içinde evlendik. İlker uzmanlığını aldığı yıl, ben de ilk kitabımın çalışmalarını yapmak için tercüme bürosundaki işimden ayrıldım.
Ünlü bir özel hastanenin kadın doğum bölümüne geçiş yaptı o yıl. Hiçbir bebek, doğmak için mesai saatlerini beklemiyordu. Ve hiçbir öykü de aynı doğuş için gündüz saatlerini. Birbirimizin yüzünü daha az görür olduk. Kıskançlık kavgalarımız başladı. Giderek boyutu arttı. On bir şubatta en şiddetli kavgamızı yaptık. O gece.. .
-Diğer tarafına çevirelim seni biraz da. Yara açılsın istemeyiz.
***
-Affedersiniz İlker Bey, uyandırdım sanırım.
– Yok yok Hemşire Hanım sizden değil.
-Altı saatte bir yönünü değiştiriyorum.
– Sağolun…
Kalkıp pencereyi açıyorum. İçeri soğuk temiz hava doluyor. Üşüyor mu diye tenine dokunuyorum, dalgalı saçlarından bir bukle omzuna düşüyor. O günden beri aşağılara bakamıyorum. Nasıl çıkıp gittim o gece, nasıl yaptım? Ya sen, nereye saklandın?
Evliliğimizin ilk aylarında bana şiirler okurdu. Bir şiirin sonunda kendimi tutamadım, kendime çekip sarıldım. Ağladı. ‘’Neden ağlıyorsun?’’ dedim.
‘’Sylvia Plath’ın bir şiiri’’ dedi.
Ellerinin tersiyle gözyaşlarını sildi hızlıca.
‘’Otuz yaşında ölmüş biliyor musun ?’’.
-Neden ölmüş?
-Aşktan…
***
- Bunu kimseye anlatamadım, çünkü kimse beni duymuyor. Gerçeği yalnızca ben biliyorum. Bir de bu harfleri yan yana koyarak bu öyküyü ören parmaklar. Evet on bir şubattı. Kapıyı çarpıp gitti. Alkollüydüm. Balkona çıktım. Arabasını almış mı anlamak için biraz eğildim. Nasıl oldu anlamadım. Alkolün de etkisiyle bedenimi toparlayamadım. Düştüm. Sonrası uyku, her şeyi görebildiğim kör bir uyku. İntihar ettim sanıyor. Kendini suçluyor. ‘’Nereye saklandın’’ diyor. Yanımda ama beni görmüyor. Kumral dalgalı saçları terden alnına yapışmış. Çene gamzesi arada seyiriyor. Saklanmadım. Bıraktığın yerdeyim. Bul beni…
Koşarken yerleri döven adımlar, telaşlı bağırışlar. Serap Hemşire’nin hastane koridorunda çınlayan sesi…
-Doktor Bey…Hasta gözlerini açtı…
‘’Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi;
Açarım gözkapaklarımı ve doğar her şey yeniden…’’
(Deli Kızın Aşk Şarkısı/ Sylvia PLATH)