Sait Rıfkı Bey, otuz senedir olduğu gibi önce çiçeklerini ziyaret ediyordu. Onlara can suyu vermeden güne başlamıyordu. Kavurucu sıcakların kendini iyiden iyiye hissettirdiği zamanlarda daha zor uyansa da bu durumu çiçeklerine hiç hissettirmiyor, parlayan gözleriyle onları selamlıyordu.
“Bugün nasılmış benim güzel Zülal’im?”
Menekşelerinin toprağını suyla buluştururken camdan sesleri gelen ufaklıklara gözü ilişti. Lisede komşu teyzenin bahçesini darmadağın ettiği o haziran sabahı hatırına düştü.
– Geç kalacağız çocuklar, kestirmeden gidelim diyorum.
– Bu yoldan başka bildiğimiz yol mu var Sait?
Gözleriyle bahçe tellerini işaret ederek,
– Yol sayılmaz elbette ama komşu teyzenin bahçesinden okulun kestirme yoluna çıkılıyor.
Müdürden sıra dayağı yemektense, komşu teyzenin kızmasını yeğliyorduk. Hem onun gönlünü de almak öyle zor bir iş değildi, çiçeklerini taşımaya yardım ederdik yine, kıyamazdı bize o zaman. Bu yüzden kimse karşı gelmemişti bahçeden geçelim dediğimde. Kapıya yöneldik, açıktı. Gün aydığında kapılarını açar, güneş yönünü değiştirdiğinde kilit vururdu kapılarına. Onu tanıyan herkes bunu bilirdi.
– Haydi Sait, geç kalacağız.
Aralanmış kapıdan sessizce içeri girdiğimizde gözlerini bize diken iki köpeği hesaba katmamıştık. Köpekler havlayarak bize yöneldiğinde ne yapacağımızı bilememiş, kapıdan geri çıkmayı akıl edememiştik. O korku ve panic bahçe içerisinde kovalamaya dönüşmüştü. Soluğumuz kesilene kadar koşuşturmamızı, komşu teyzenin çığlıkları kesmişti.
“Çocuklarım, çocuklarıma kıymayın…”
On altı yaşındayken o sadece bizim komşu teyzemizdi. Ne adını bilirdik ne de kim olduğunu. Hiç sormamış, merak etmemiştik. Onun adına bildiğim tek şey, çiçeklerine olan düşkünlüğüydü. Okulun son günü darmadağın olan bahçede, çığlıkları bizi durdurduğunda gözlerinden akan acı yaşlar anlattı hikâyesini.
Yaka paça kaçmıştık oradan. Çığlıklar da havlayan köpekler de, komşu teyzenin olduğu yere yığılması da durdurmamıştı bizi. Ayaklarımız bizi taşımayana dek kaçmıştık. Karanlık utancımızı kapatabildiğinde ancak dönebilmiştik.
“On yıl evvelsinde kaybettiği çocuklarının yerine koyduğu, kızı Zülal’in en sevdiği mor menekşeleri, oğlu Ali’nin papatyaları. Onları da bu bahçede kaybetmiş. Kimse konuşmaktan da, konusunu açmaktan da yana olmuyor. Görmemiş, duymamış gibi yapıyordu. Üzerine konuşulamayacak acılar var.” diyordu Bakkal Osman. Ekmekleri poşete koyup, uzattı.
Osman’ın meraklı kızı, onun kadar anlayışlı değildi ki kapıda çıkışta yakaladı beni. Merakın söndürdüğü vicdanını görmezden gelerek dinledim boş bakışlarla anlattıklarını.
-Kimse bilmiyor komşu ablanın ismini, eski komşulukları gitmiş o olaydan sonra, öyle diyorlar.
– Hangi olay?
-Hangi olay olacak, bahçede bunların çocuklarını vurmuş sabahın köründe iki haydut. Bahçeyi de darmaduman etmiş, iki kurşun çocuklara sıkmış, yaralı yaralı sürüklemiş bahçeden. Komşu abla seslere uyanmış, uyanmış da ne görsün, bahçe alevler içinde, yavrucaklar kanlar içinde. İnsanın içi acıyor valla.
Sakızı dilinde dolaya dolaya bir çırpıda anlattı koca geçmişi.
-Şimdi öyle görünce bahçesini, yine haydutlar geldi sandı herhalde ki düştü, bayıldı. Hayaletler geldi diyorlar, inme de inmiş. Ne bakıyon öyle, ben de onların yalancısıyım. Yine bir haziran sabahı, demir kapıları bile yerinden çıkaran hiddetle içeri giren esmer, iyi kıyım haydutlar. Haydutlar ya, onlara insane denir mi hiç! Girdiler içeri destursuz, çiçeklere, tohumlara, toprağa basıp geçtiler. Ne varsa o gün orada yıkıp, darmaduman ettiler. Bağrışları, namlulardan çıkan ateşleri herkes duydu. Ama hiçkimse kapıları bile aralamadı, aralayamadı.
Bunları nereden bildiğini, hangilerinin doğru olduğunu sormadım, merak da etmemiştim. Öylece evin yolunu tuttum, hiç duymamış olmayı umarak.
Okullar kapanır kapanmaz babam soluğu yazlıkta aldığından hiç görememiştim komşu teyzeyi. Ne özür dileyebilmiştim ne de hayaletler görmediğini söyleyebilmiştim. Döndüğümde ilk görevim menekşeler alıp yanına gitmekti. Bizim çocuklarla da konuştuk, bol bol menekşe dikeceğiz bahçesine. O iyi olana kadar biz hep yeni bir çiçekle kapısını çalacağız.
Yapabilirdik belki, eğer döndüğümüzde evinde tanımadığımız adamlar yerine onu bulabilseydik. Heyecana yorgun, acı dolu kalbi dayanamamış. Toparlayamamış, en sevdiği menekşelerin yanında veda etmiş hayata. Kimsesi olmadığı için kurumlara kalmış, hem denize hem ormana bakan menekşelerle dolu evi. Öncesinde sağlık ocağına çevirseler de, şimdilerde karakol olmuştu. Dışardan her görenin imrenerek baktığı o ev artık suçluların yuvası olmuştu. Belki çocuklarına zarar veren o haydutun bile.
Evdeki tüm çiçeklerin sulaması bittiğinde, kendine de bir kahvaltı hazırlamayı düşündü. Bugün kahvaltısına mor menekşe eşlik edecekti. Balkondaki masanın güneşi en güzel karşılayan kısmına yerleştirdi. Komşu teyzenin en güzel menekşesini düşündü.