AYLAK DERGİ

Klişe

Yola çıkacakları o gün geldiğinde her şey hazırdı. Avucunun içinden bırakmadığı bozukluğu hâlâ görememiş, yazı mı tura mı diye içimden tahminlerde bulunuyordum. Onlar yola düştüğünde benden burada kalıp çiçekleri sulamamı, evi havalandırmamı ve pencere önüne gelen kumrulara ekmek kırıntıları vermeyi unutmamamı tembihlemişti. Seve seve kabul etmemin tek sebebinin bozukluğun yönünü merak etmem olduğunu ikimiz de biliyorduk ama bu iki kişilik sırrı birbirimize söylememek için sessiz bir anlaşma imzalamış gibi kapının çalmasını ve “Hadi bakalım ne tarafa?” diyecek olan o sesi bekliyorduk. Haritalarla, sınırlarla arası iyi değildi biliyorum. Belki de bu sınırlı ve bir o kadar da sınırsız özgürlüğün tadını çıkarmak, yola hükmetmek; yorulduğunda durup, hazır olduğunda devam etmek, gördüklerine şaşırmak, göremedikleri için dönüp tekrar bakabilmek rahatlığına ihtiyaçları vardı. Dünya belki de ilk defa sadece ikisi için dönecekti. Birkaç parça eşya koydu sırt çantasına. Yola çıkmak deyince akla gelen tüm klişeleri yerine getirmişti. Birkaç çeşit bandana; sinekten, böcekten korunmak için gözlükler… Kıyafet seçerken ne kadar özensizse yanına alacağı not defteri ve kalemler için o kadar özenliydi. “Buna geçtiğimiz yolları, buna onun yol hallerini, şuna da yol boyu tanışacağımız karakterleri yazarım.” diye diye bir sürü defter, kalem eşleştirmiş, ayrı ayrı dizmişti çantanın ön gözüne. Heyecanını gözlerinde görmek, uçuş uçuş dolanmasına tanıklık etmek çok güzeldi.  Bundan birkaç yıl öncesine kadar sadece nefes alıp veren o kadından nasıl böyle bir kadın yarattı hayat diye düşünürken ben, kapı çaldı.
“Geldi!” diye kapıya koşarken bir eliyle de çorabını giymeye çalışıyordu. Seke seke kapının önüne vardığında bir an durdu; ellerini saçlarında öylesine gezdirip, derin bir nefes alıp omuzlarını yukarı çekti. Nefesini bırakmasıyla, omuzları iki yana düştü. Kapıyı açmaya hazırdı. 
“Hoş geldin” deyip sarıldı aynı heyecanla. Hiçbir duygunu bastırmadan hissettiğini olduğu gibi yansıtmak ne güzel diye düşündüm. 
“Hoş buldum” demesiyle sarılması bir an sürdü sadece.
Bir şey olduğunu anlayacak kadar iyi tanıyordu onu. Boynuna sarılabilmek için diktiği parmak uçlarından yavaşça indi. “Neyin var?” diye sorarken içindeki onu havalara uçuran renkli balonların teker teker söndüğünü hissettim. “Yok bir şey, nereden çıkarıyorsun? Girelim hadi içeriye” diye adımını eşikten geçirdi adam. Gözlerinde gördüğüm şeyi yıllarca umutsuzluğun tarifi olarak anlatabilirim. Tam olarak buydu. Umutsuz ve mutsuz bir kadın olmuştu yeniden. Hem de birkaç saniye içinde. Bu nasıl olabiliyordu? Bu iniş çıkışlar, bu ani değişimler için insan kendinde nasıl güç bulabiliyordu?
Bir açıklama bekler gibi bakmaktan, o anın büyüsünü kaçırmaktan ve belki bunu yapanın kendisi olmasını istemediğinden tekrar sormadı havadaki sıkkınlığın sebebini. Beklediği soru hâlâ sorulmamıştı. Ne yöne gideceklerini de mi merak etmiyordu? Asıl korktuğu hiçbir yöne gitmeyeceklerini söylemesiydi belki de. Sustuk…
Gerekli gereksiz, olur olmaz ne varsa konuşulmuş ama konu bir türlü yazı mı tura mı, ne yöne gideceğiz, hazır mısınlara gelmiyordu. En net özelliği sabırsızlığı olan o kadın şaşırtıcı derecede sakin ve net bir tavırla öylece bekliyordu. Yüzünde bir şeylere karar vermiş birinin huzuru vardı. Belki iki belki üç saat sonunda hiç beklemediğim bir halde geldi soru. “Eee ne geldi bozukluk? Yazı mı tura mı?” diye sanki bu fikir onun değilmiş, biri buna onu zorlamış; pişman, umursamaz, sıkılgan, olduğu yerden memnuniyetsiz bir tavırla dökülüverdi ağzından kelimeler.
Bu soruyla birlikte yol için hiçbir heyecanı, inancı kalmamış bir kadındı şimdi. “Her ilişkide olur.” klişesiyle yüzleşecekti işte sonunda. Buna da hazırdı, buna da vardı. Yüzündeki kararlılıkla, bağdaş kurup oturduğu koltukta doğruldu. Arkasına yaslandı. Ellerini iki yandaki koltuk başlıklarına çok da yumuşak olmayan bir hareketle koyup ayağa kalktı. Adamın oturduğu koltuğun tam karşısına dikildi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu adam. O da ayaklanacak oldu bir an. Omuzlarından tutup bastırdı. Kalkmasını istemiyordu. Avuçlarında sır gibi sakladığı bozukluğu cebine koymuştu artık. Çıkarıp tuttu adamın elini, avucunun içine bırakıp “Yazı! Doğu yani.” dedi. Tek kaşını kaldırıp baktı adam kadının yüzüne. “Hmm doğu demek?” diye batı bile gelse memnun olmayacağı besbelli bir bakış attı. “Evet, doğu. Sen çok sevmez miydin hâlbuki?” diye bildiği bir şeyi doğrulamak ister gibi sordu kadın. “Eh tamam çıkalım madem.” dedi pos bıyıklarını sıvazlayarak. Ayağa kalkmasını bekledi kadın hiç kımıldamadan. İkisi de ayakta öylece kaldılar bir süre. Gözlerini birbirine dikip beklediler. Birinin bu savaşı başlatması gerekiyordu. Hiç gözlerini çekmeden adamın avucunun içindeki bozukluğu aldı kadın. Bir adım geri çekildi. Havaya fırlatıp ne geldiğine bakmadan tekrar adamın avuçlarının içine bıraktı.
“Şimdi ikimizi senin ellerine bıraktım. Sonucu bana söyleme. Yazı geldiyse aynı gün, aynı saatte yine gel. Cevaplarını koy yeter çantana. Tura geldiyse de gel. Ayrı ayrı yollarda yürümekten bahset bana.”
dedi. Bu hale nasıl geldiler, benim göremediğim ne oldu, hangi cevaplar diye düşünürken ben, kapı kapandı. Adam gitti, kadın kaldı. Yol uzadı ya da bitti. Bana kalan yine o sorunun cevabını beklemek oldu. Yazı mı tura mı? 

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.