- Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne tarihinde ilk defa seçimle gelen tek isim, Türkiye Opera ve Bale çalışanları vakfı kurucusu (TOBAV), oyuncu, rejisör, yazar bu ülke topraklarının yetiştirdiği en önemli isimlerden biridir Tamer Levent. Elli yılı aşan sanat yolculuğunuzda, büyük bir usta olarak toplumumuzda ve sanatta yozlaşmanın ön planda olduğu son yıllarda, gerçek sanatı siz nasıl yorumlarsınız?
Çok güzel soru, çünkü bizde maalesef sanat kavramı evrensel anlamda anlaşılmadı. Çünkü tarihin en başında sanat diye bir kelimeyi bulamamıştı insanlar. Ama insanın bir özelliği vardır. Doğada gördüklerinden etkilenip, yaşadıklarından etkilenip, problemlerine karşı çözüm ararlar. Beyin böyle bir faaliyet üretir. Bu özellik diğer canlılarda yok. Mesela bir aslan mağarada yaşıyorsa ilk doğduğu zaman, hala mağarada yaşamaya devam ediyor. Ama insan bir sürü şeyler icat etti, bir sürü şeyler geliştirdi. Bu faaliyetin, bu düşünce biçiminin ve sonra bu düşünce biçiminin ürüne dönmesinin bir adı olmalıydı değil mi? Bir şeylerin adının olması, o şeylerin hayatta kullanılması kısaca söylenmesi sonucunda bütün o düşüncelerin kapısını açması, bir anahtar olması gibidir. İşte bu şeylerin adı sanat oldu. Ama bizde sanat; resim, heykel, müzik, tiyatro, mimarlık, sinema, edebiyat, dans, fotoğraf, sporun kısaltılmış adı zannedildi. Sanat, bu mesleklerin kod adı değil. Bir de buradan meslek icat edildi. İnsanları onore etmek için sanatçı diye bir meslek olabilir mi? Sanat bir işin adı değildir, bir işin özenle yapılmasının felsefesidir, düşüncesidir, sorumluluğudur. Bu nedenle biz sanat kavramını anlayamadığımız için onu hayatımızda da kullanamıyoruz. Dertli bir toplumuz! Dertliyiz çünkü problem çözemiyoruz, birbirimizi dinlemiyoruz. Sanat; iletişim demektir. Mağaralardaki o çöpten insan resimleri ilkyazıdır esasında… Yani resim de yazıdan türemiştir zaten, dolayısıyla bu ne demektir? Bir insanın kendini ifade etmek isteğidir. İşte bu dürtünün adı da sanat değil mi? İnsan sonra bu dürtü nedeniyle yazı yazmayı ve resimi keşfetmek zorunda kaldı. Bu dürtü nedeniyle beden hareketleri ile bir şey anlatmayı, taklit yapmayı, dramayı keşfetti. Sonra kendi kendini tedavi etmeyi keşfetti. Ev yaptı. Biz hep bilim çatısı altında inceliyoruz bazı şeyleri, bilim ve sanatı ayırıyoruz birbirinden… Hayır! Bilim sanatın çocuğudur. Yani, sanatın içinden üremiştir. O halde biz sanat kavramını içinde yaşadığımız milenyumda, bu pandemi krizi ve bunalımında, anksiyeteden ve endişelerimizden kurtulmaya çalıştığımız dönemlerde sanat kelimesinin anlamını yeniden anlayıp, hayata dair, kendi yaşamımızın kalitesine dair çözümler üretmeliyiz. Aksi takdirde yaşam ve anlayış biçimimiz çok yanlış bir yola girmiş durumda, sanat; insan yaşamının daha kaliteli hale gelmesine hizmet etmiyorsa o zaman ne işe yarar ki? Biz de düşünmek ve üretmeyi örnek almalıyız. Bunu bir eğitim metodu haline getirirsek, bir yaşam biçimi, bir ortak anlayış, bir gelişme kültürü anlamıyla birlikte düşünmeye başlarsak bunu başarabiliriz. Çünkü sanatçı demek gelişmiş insan demektir. Biz de aynı şekilde hayatımızı düzelterek, düzenleyerek, yaşamak için sanatçı kimliğiyle gelişmiş insan kimliği ile hareket etmeyi öğrenecek, benimseyecek bir noktaya gelmeliyiz. Yanlışa doğru diyen bir toplum haline geldik. Yani milattan yedi yüz yıl önce Aristo, yaşamın bir ürün olduğunu söylüyor. Bu ürünün de ancak iyi, güzel ve doğru ölçülerinde yaşarsa insana mutluluk getireceğini söylüyor. Daha sonra bunun adı sanat oluyor. Şimdi iyi, güzel ve doğruya vurduğunuz zaman, iyinin karşılığına etik, güzelin karışığına estetik, doğrunun karşılığına adalet diyoruz. İyinin içerisinde etik değerler var, ahlak var, sevgi var, insan ilişkisi var, vicdan var, halk bilimi var, iyinin içi çok kapsamlı bir şey yani etik, güzel estetik değer demek, yaşamı kaliteli hale getirmek demek… Doğru ve adalet insanların yaşamını oluşturacak ortak yaşama kurallarıdır. Bu kurallar da bizim sanat yaparcasına birbirimizle anlaşmamız lazım ki, bu toplum refah toplumu olsun, mutlu yaşasın ve insanlar yaşamaktan keyif alsın. Toplumsal hayat kendi haline bırakılmıştır. O zaman tabi ki sanatsız kalan bir toplumun hayat damarları kopar. Düşünce biçimi yok çünkü. Düşünmenin kıymeti, değeri ve önemi konuşulmuyor bile toplumda. Ben mesela çocukluğumdan beri bu anlayışla kendi mesleğimi yapıyorum ve hayatımı da böyle yaşamaya çalışıyorum. Sanat kavramını yeniden anlamak üzere yurtiçindeki çalışmalarımdan sonra, uluslararası alanda pek çok burs verildi bana, onlara da katıldım. Bu burslara gittiğim zaman, onlar nasıl anlıyor diye baktığımda bir de gördüm ki, onların 16.yüzyıldan beri oturmuş bir sanat anlayışı var. Bu sanat anlayışı; kent planlaması, yaşama biçimi, tıp mesleklerinin ve diğer tüm bilim dallarının sanat kavramı içinden ürediği, sanat kavramının titizliği ile diğer bilimlerin de bilginin de hayata geçirilmesini sanat olarak gerçekleştirilmesi gibi… Evvel dünyada dahi olarak görülen resim, tiyatro, müzik, mimarlık alanındaki insanların sanat kavramlarının varlık bilimi olarak incelenip bu varlığın gelişmesi ile onun geliştirilmiş ürünü haline dönüştüğünü anladım. O zaman tabi bakış açım değişti çok da faydasını gördüm. Onun için “Sanat Evet” diye bir kampanya öne sürdüm. Kendimdeki bu değişime ve gelişmeyi paylaşmak için yaygınlaşmasını sağlamak için…
- 1982 yılından günümüze ülkemizde çok ses getiren “SANATA EVET” projenizi hayat geçirerek, sanat kavramının bir düşünce biçimi farkındalık olduğunu, bu farkındalığa sahip olan bireylerin yaratıcılığa da sahip olacağını dile getiriyorsunuz. “Sanata Evet” projenizden bize biraz bahsedebilir misiniz?
Sorunuz çok güzel olmuş, tam üstüne gelmiş vallahi bravo! Çünkü öbür soruya verdiğim cevap bu sorunun sınırına geldi dayandı. Şimdi söyleyeceklerim öbür sorunun tekrarı olmayacak yeni şeyler duyacak okuyucular. Çok tebrik ederim. 1982’de Türkiye’de sıkıyönetim vardı, 12 Eylül darbesi. Sivil toplum kuruluşlarının tümü kapatılmıştı. Ben de yedek subaylığımı yapıp gelmiştim. Üstelik yedek subaylığımdayken 12 Eylül olduğu için bir gece yarısı uykudan kaldırıldım. 15 askerle yedek subaydım. Bir de bir köy işgal edilmişti. Aşağı yukarı bir hafta/on gün o köyün muhtarlığını biz yapmıştık yanımdaki 15 askerle birlikte. Fakat biz köy halkıyla son derece yakın temas içerisinde olduk. O 15 günü boş geçirmedik. Oradaki evlerin tamiratına baktık, onların hayatlarına katkıda bulunduk, onlara yardımcı olduk. Hatta köyden ayrılırken arkamızdan ağladılar, su döktüler. Zaten 15 gün boyunca onların, köylülerin pişirdiği yemekleri yedik. Demek ki hayatın içinde çok olumlu yanlar da var insanlarla ilgili temas kurulduğu zaman. Mesela bu askerlik dönemi ve 12 Eylül bir askeri darbenin içerisinde, benim sanat düşüncesiyle kendimi yoğurup geliştirmeye çalıştığım bir çağda iç içe olmam benim için garip. Yani ters köşe bir avantajdı. O zaman buradaki bizim 170 civarındaki askerin eğitimi de benimle ilişkilendirilmişti. Onlarla eğitimi de sanat olarak yapmak, ezberci olarak yapmamak üzere drama yöntemiyle, rol oynama metoduyla askerlik eğitimi yaptırmıştım. Hatta 170 acemi gelmişti, o 170 acemi içinde Türkçe bilmeyenler bile vardı, onlara bile rol oynama metoduyla askerliğin terimlerini, davranış biçimlerini öğretmiştim. Size bir şey söyleyeyim mi? O arkadaşlar askerliği severek yani yaşamlarının önemli bir dönemi, oyunu olarak yaşadılar. Yılgın askerlik yapmadılar. Lukacs’ın Estetik Felsefesi’ne girişte, “Yaptığınız bir işi severek yapmanız, hobi gibi görmeniz lazım.” Diye bir laf vardır. Evet, askerliği hobi gibi yaptırdık. Bu 170 acemi asker bizim acemi eğitimi bittikten sonra diğer bölüklere dağıldılar. Gittikleri bütün bölüklerde onlara, bölük komutan yardımcıları sorumluluk verdi. Bu kadar acemi olmalarına rağmen… Çünkü bunların kafaları çalışıyor. Daha önceki dönemden gelenler, çavuş okullarından ya da acemi birliklerinden gelenler maalesef kendilerini eğitenlerden dayak yemişler. Dolayısıyla onlar yaptıkları işi sevmeyerek yapıyorlar. Bu onların suçu değil ki! Bu onlara yüklenmiş bir yüktü. “Sanata Evet” derken bütün bunları da aklımdan geçiriyorum, irdeliyorum. “Sanata Evet” kampanyası, insanları onore eden bir kampanya çünkü bu toplumun bu coğrafyanın insanı son derece yetenekli. Bu coğrafyanın insanı hiç aptal değil. Bu coğrafyanın insanı, uygarlık yaratabilmeye son derece müsait… Bakın geleneksel örf, adet ve davranışlarımıza içlerinde ne güzel şeyler vardır değil mi? Mesela Türk misafirperverliği… Bir eve bir misafir geldiği zaman her şeyiyle ona destek olmak… Peki, bu nasıl bu kadar parçalanabiliyor bir toplum, nasıl bu kadar paramparça ve dağınık bir hale gelebiliyor? Ve bu sahip olduğu değerler, özellikler nerdeyse yok oluyor. Neden, nasıl, niçin, sebep ne buna? Bu toplum bu ülkenin dışına gidip de başka ülkelerde bu ülkede yaşadıklarını ve düşündüklerini biraz da bilgiyle, teoriyle, felsefeyle buluşturan çoklu düşünceyi elde etmeye başlayan insan, son derece başarılı oluyor. Çünkü başarılı insan orada istihdam ediliyor ve yönlendiriliyor daha çok başarılı olabilmesi için ona daha çok fırsat veriliyor. Burada da başarılı insan neredeyse cezalandırılıyor. Ne demek bu yani nasıl bir anlayış bu, biz bu anlayıştan nasıl kurtulabiliriz? “Sanata Evet” ile kurtulabiliriz.
Bütün insanların kendilerini bir kere doğuştan sanatçı olduğunu kabul etmesi lazım… Ama düşünme biçimimizi önce böyle bir sisteme oturtalım. Önce kendimizi eleştirelim, vicdanımızı da koruyalım. Toplum hasta hale gelmeye, hastalıklı bir toplum olmaya başladı. Çünkü neyi nasıl düşüneceğini, ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyor, kafalar karmakarışık. “Sanata Evet” bu hayatı düzene sokmak, bu hayatı olması gereken sanat düşüncesiyle planlanması demek…
Yani teori ile pratik bir birinden ayrılmaz iki kavramdır sanat düşüncesini gerçekleştirebilmek için… Evet! Onun için, “Sanata Evet” kampanyasını yaygınlaştırmak, bizim bu sevgili insanımıza farkındalık yaratıp “Sen çok değerlisin, senden çok malzeme çıkar, sen çok yararlısın toplumun gelişmesine çok faydalı olabilecek bir insanken kardeşim nedir bu halin? Gel kurtul bu halinden çık dışarı” Demek için “Sanata Evet” kampanyası çıktı ve bu anlamda resim, heykel, müzik, tiyatro, mimarlık, sinema gibi mesleklere de çok etkili olacağına inanıyorum. “Sanata Evet” kampanyası birçok şeyi kapsıyor yani. Mesela bir “Sanata Evet Enstitüsü” kurulması gerektiğini savunuyoruz. Çünkü bu “Sanata Evet Enstitüsü”nde yaşamın bütün alanlarını sanat düşüncesiyle bu çağa uygun nasıl yeniden planlarınızı düşündürecek, geliştirecek bir enstitü olmalı ama bu enstitü aynı zamanda uyum içerisinde festivaller düzenlemekte ama uzun süreli festivaller, kalıcı festivaller. İnsanları, bir araya getirmeyi amaçlayan festivaller. Festival demek sadece bilet alıp gidip film izlemek demek değildir. Festival demek insanların da bir araya gelmesi kaynaşması demektir. Festival anlayışlarının yeniden düzenlenmesi gerektiğini mesela yani bilim alanında da projeler üretecek bu “Sanata Evet Enstitüsü” ama insanların sosyal yaşantısı da bilimsel bir sanatsa onu da projelendirecektir. Toplumsal yaşam değerlerinin çağdaş bir şekilde güncellenmesiyle ilgili belki son 200 yıldır Türkiye’de bence hiçbir çalışma yapılmadı. Kâğıt üzerinde bir sürü araştırma var. Hiç birisi pratiğe geçmedi. İşte! Bu da sanatsız kalan toplum durumu değil mi? “Sanata Evet” ile biz; din, dil, ırk, siyaset, görüş farkı düşünmeksizin, -sanat konusunda da ortak düşünceleri olmalıdır- diye düşünüyorum. Ama uygulamada farklı öneriler gelebilir. Ama ortak düşünce metotları, zamanları, yerleri, noktaları bulmalıyız hayatımızda değil mi? İşte! Sanat bunu, “Sanata Evet” bunu hayal ediyor. Bu doğrultuda pek çok faaliyet ve çalışma yapmaya çalışıyor.
- 3-Rejisini yaptığınız “UYANDIĞIMDA SESİM YOKTU” tiyatro oyunu dünyanın birçok ülkesinde kapalı gişe oynayan, kendini ifade edemeyen, susturulmuş hatta öldürülmüş kadınların hakları için yazılmış bir başkaldırı oyunu. Oyun metnine bakıldığında kadınların kendilerini özgürce ifade edebileceği bir toplumun mümkün olabileceğini göstermek ister. Kadınlar Günü’nü yeni kutladığımız şu günlerde, oyuna ve toplumumuza dönersek Türk kadınının toplumumuzda ve sanatta yerini nasıl konumlandırırsınız?
“Uyandığımda Sesim Yoktu” Kanada’da oynanmış bir oyun. Kanadalı yazarlar yazmıştı ama ben, onların yazım tekniğini çok beğendiğim için bu oyunu seçtik, aldık. Ve hayatımda belki de ilk defa iki kişilik bir oyun yönettim. Devlet tiyatrosunda, yurtdışında çok büyük prodüksiyonlar yaptım ama ilk defa iki kişilik bir oyun yönettim. Orada, Casandra tek bir kişi ama iki kişi niye oynuyor; Casandra’nın kişilik parçalanması sırasında iç aksiyonu ile dış aksiyonunu görüyoruz. İki kadından biri Casandra’nın iç aksiyonu, birisi dış aksiyonu. Casandra bir küvetin içinde banyo yaparken başlıyor. Ve o tek kadın yani… “Annem öldü, esasen bugün küvetten çıktım, hazırlanmam lazım, giyinmem lazım, tabut seçmem lazım, şunu yapmam lazım, bunu yapmam lazım.” Diyor. Ama bir türlü o küvetten çıkamıyor. Yani orada kendi kedine bir kadın eleştirisi yapmış oluyor. Küvetten çıkmamak içinse sürekli mazeretler buluyor; telefonla konuşuyor, şunu yapıyor, “Dur şunu yapayım ondan sonra onu yaparım, dur şunu yapayım ondan sonra onu yaparım.” Yani bir türlü yapması gereken şeyleri yapmıyor, erteliyor. Bu kadının kadın olarak oradaki değerlerini de savunup kendini ortaya koyamayışını bir şekilde sembolize ediyor.
Ama sonra “Çık artık şu küvetten Casandra, çık” Diyor ve çıkıyor. Ve işte hayata dair eleştirileri söylüyor. Yapması gerekenleri yapıyor ve kadına şiddet meselesine getiriyor konuyu bağlıyor o kadar bunlar birbiri ile organik bağlar ki izleyici bunu çok iyi anlıyor.
Sanat düşüncesine sahip olan ya da gelişmiş insan, bir sanatçı asla yılmaz. Mutlaka yapması, ulaşması gerekenlere ulaşmaya çalışır ve olumsuz sebepleri de dâhil edip onları ortadan kaldırır. İşte Casandra’nın hali de buna dönüşüyor sonra. Dolayısıyla oyun esasında etik, estetik ve adalet konusunda da çok iyi, kafaya vurmadan insanlara düşündürten mesajlar verirken insanları güldürüyor, düşündürüyor, şaşırtarak merak uyandırıyor.
Ben oyun çalışmalarımda da devlet tiyatrosunda yönettiğim oyunlarda da oynadığım oyunlarda da hep bu söylediğim cümlelerle baktım hayata. Mesela Kanadalı iki oyuncuyu bu oyunu hem yazıp hem kendileri oynamışlardı. Onların videosu var ama hala izlemedim biliyor musunuz? Çünkü onu izleyip sonra etkisi altında kalmak istemedim bu bir. İkincisi onun, onların videosunu bizim oyuncular izlediler, onlar daha propagandil bir üslupla oynadılar bu oyunu. Biz durumların her birini oynadık yani iç içe geçmiş bir sürü durum var çünkü oyunda. Biz durumları propagandist bir anlayışla değil dramatize edilmiş tiyatro anlayışıyla oynamaya çalıştık. Ve Kanadalı’lardan zannediyorum ki en büyük farkımız o oldu. Oyun izleyicisi ile buluştu ve oldukça başarılı oldu. Yurtdışında da çeşitli ödüller aldı; yurtdışı festivallerine de davet edildi ve hala davet ediliyor. Yani bunları sayıp döktüğümüz zaman sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi bir yaratığın değerli olduğunu anlatmaya, yani biz böyle kadının yerini anlatıyoruz ya; böyle bir şey olabilir mi? Sanki kadın uzaydan gelmiş gibi. Tabi şimdi bunu konuşmak bile insana acı veriyor. “Kadını nasıl koruruz? Ne yazık ki ülkemizde böyle bir algı var. Ben de aslında buna çok karşıyım! Sanki erkek insan da kadın değil! Kadının yeri belli, kadının bütün rolleri ile üstelik anaç, gerçekçi… Kadın gerçekçidir mesela. Erkek daha romantiktir benim bakış açıma göre.
Ama kadına gerçekten sırf anaçlığı yüklemiyorum üzerine ama bir kere doğurgan olması, çocuk yetiştirmesi, bu ne demek? Bir prodüksiyon yapıyor, tam bir sanat objesi bence kadın! Çünkü o çocuğu yani büyük bir çoğunluğu annelerin; çocuklarının başarılı olmasını ve geleceklerinin iyi olmasını isterler. Bir düşüncesi olması lazım ve o düşünceyi de uygulamak için elinden geleni yapar ve o çocuğun daha iyi şartlarda yetişmesini ister, bu işte bir sanat düşüncesidir. Kadın çalışma hayatında da bunu yaptığı zaman orada da pozitif, iyimser, gerçekçi yani problemlere ah vah edip “Vah şimdi ne olacak?” Deyip krize girmek yerine krize çözüm getirmeye yönelebilecek bir insandır kadın. Hatta erkeğin paniğe kapıldığı yerde kadının daha sakin olması bile söz konusu neticede. Dolayısıyla zaten bir kere yaşamın devam etmesinde yani şunu söylemekten utanıyorum; sanatta ve bilim hayatındaki kadınlar, siyasetteki kadınlar tabii ki olacak! Yani bunları sayıp döktüğümüz zaman sanki başka bir dünyadan gelmiş bir yaratığın değerli olduğunu anlatmaya çalışıyormuşuz gibi bir duyguya kapılıyorum.
4-Coğrafyamız kültürel anlamda geçmişte farklı medeniyetlere ev sahipliği yapması ve tarihi birçok olayın yaşanması sebebiyle bünyesinde birçok hikâyeyi barındırıyor. Hikâyeleri bu kadar zengin olan bir coğrafya da uyarlama senaryoların çokluğunu bunun yanında kaliteli senaryoların az olmasını neye bağlıyorsunuz?
Burada, bizde maalesef insanlara inanılmıyor. Çünkü bu birbirine bağlı sistemlerden kaynaklıyor. Yani iyi bir eğitim öğretim sistemi olmadığı için öğrenmişlerin dahi birçok sıradan ezbercilik içerisinde kaldığı endişesi olduğu için daha abartılı yaşam, gerçek yaşamın içinde olması halinde yani insanları şaşırtacak, isyan ettirecek olayları sanki gündelik yaşamda sürekli olduğunu anlatırvari kurgulanmış diziler ya da işte senaryolar yazılması bence ticari amaçlı. Toplumun televizyona yapışıp kalmasını böyle sağlarız düşüncesinden kaynaklıyor. Ayrıca toplumda bütün eksikliklere rağmen yani sistemsel olarak örgün ve yaygın eğitimi çok önemli buluyorum. Öğretim demiyorum. Çünkü dikkatle öğretimde müthiş bir ezbercilik tutumu var. Ama insanlarda yine dünyada olup bitenleri googledan bir parça takip ettiği zaman, biz şimdi neden bunları yaşıyoruz diye sorması lazım diyelim. O zaman bu insanlara hala böyle şeyler olduğu için yaşanmış hikâyelerden yola çıkalım. Yaşanmış hikâyeler eskimez. Her çağda yeniden yaşanır ve o çağa göre yaşanır. Ben etrafımda gezip tozarken tanıştığım insanlardan öyle hikâyeler dinliyorum ki hemen hemen hepsini de not alıyorum. Ama oturup yazacak vaktim olmuyor. Bütün işimi gücümü bırakıp senaristlik yapmak istiyorum.
Biz düşünce biçimine hizmet edecek kişiler, eserler yazmıyoruz. Biz insanın gelişimine hizmet etmek yerine insanın vaktini boşa harcayacağı işler yazıyoruz ve bunların daha çok maddi kazanç getireceğini varsayıyoruz. Olmuyor. Ne kadar çok ucuz ne kadar çok para kazanabiliriz diye bakıyoruz. Özensiz yapılıyor bu işler, toplum araştırması yapılmıyor. Yani toplumun sosyolojik değerlendirmesi, toplumun nasıl evrelerden geçtiği, neler yaşadığı araştırılmıyor Türkiye’de.
5-Son yıllarda beyazperde de yönetmenler kaliteli yapımlarla, yarattıkları görsel güzelliklerle seyircilere bir düş izlettiriyor. Nuri Bilge Ceylan’ın ödüllü filmleri Kış uykusu ve Ahlat Ağacı’nda, Emin Alper’in en iyi erkek oyuncu ödülünü aldığınız Tepenin ardı gibi başarılı yapımlarda hep sizi görüyoruz. Dünya Sineması’na bakıldığında Türk Sineması’nın geçmişten günümüze geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz?
Türk Sineması’nın başladığı dönemde Türkiye’de pek çok bölgede henüz il merkezleri dışında ilçe ve kasabalarda, köylerde elektrik bile yoktu. Yol bile yoktu. Öyle bir dönemde Türk sineması başladı. Öyle bir dönemde Türk sinemasında yapılan her şey mucize olarak görüldü Türk insanına. Star olan insanlar bugün yaşıyor olsalardı acaba aynı starlık düzeyine çıkabilirler miydi? Bunu soruyorum merak ediyorum yani kimseyi eleştirmek için söylemiyorum. Sadece soruyorum. Kim olursa olsun. Çünkü bakın bir farklı bir yaşam, farklı bir dönem, farklı bir hız var hayatta. Farklı bir düşünme, farklı bir teknolojik gelişme var şimdi bu çerçevede, eski yani Türk sineması hiçbir şeyin olmadığı bir yerde çok önemli bir kattaydı hayatta. Ama Türk Sineması’nda uzun süre okullu oyuncu görev almadı. Çünkü oyunculuk okulları yoktu. Oyunculuk okulları bir tek bizim işte cumhuriyetten sonra kurulan en önemli konservatuar Ankara Devlet Konservatuarı. Ankara Devlet Konservatuarı mezunları da devlet tiyatrosuna sadece doğal olarak oyuncu oldukları için, onlar da zaten bu anlamda bir gelişmeyi savunmak, kültür yaratmak için sanki misyon yüklenmiş durumuna geldiler. Dolayısıyla Yeşilçam kendine has bir ekol geliştirdi. Kendine has bir senaryo anlayışı, kendine has bir oyunculuk anlayışı… Dünyada Amerikan Sineması, İtalyan Sineması müthiş bir gelişme gösterdiği dönemde mesela Yeşilçam’da bu gelişmelere benzer çalışmalar yapmak isteyen Lütfi Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz gibi insanlar hem çok değerliydiler hem de onlardan daha az iş yapan kişiler tarafından kıskanılan kişilerdi.
Çok büyük ustalar dolayısıyla şimdi de gönül istiyor ki, bütün senaristler bütün yönetmenler aynı düzeyde gelişmiş olsunlar. Ama maalesef bir kısmı taklitçi olmayı tercih ediyor. Ve o eskinin ucuz ama çok sattığını düşündüğü işleri yaparak toplumun yumuşak karnını gıdıklamak istiyor. Bir kısmı da dünyalı iş yapmaya çalışıyor. İşte dünyalı iş yapanlar da demin demiştim ya bu toprakların insanları son derece yetenekli, başarılı, kafası çalışan ve muhteşem insan olmaya uygun nitelikte insanlar. İşte bunların diğerinin zor olanını seçenler dünya çapında tanınıyorlar zaten. Yani para kazanmak değil hem para kazanmak hem de zoru başarmak.
Ama zoru başararak kazanılan para, kalıcı para oluyor. Hem kendine artı değer oluyor, hem topluma artı değer. O yüzden yani Nuri Bilge’nin uluslararası “Kış Uykusu” gerek “Tepenin Ardı” ile bir de “Misafir” diye bir filmimiz var Mehmet Eryılmaz’ın yaptığı ödül kazandığı. Bu filmlerimiz de pek çok festivale gitti. Ve bu festivallerde, festival jürileri ile konuştuk. Her yerde Türk sinemasının geliştiği konuşuluyor. Ama bu öncü yönetmenler sayesinde. Onların sayısının daha fazla artması istiyoruz. Nazım Hikmet’in çok güzel bir lafı var diyor ki; “Ben annemden babamdan daha ileri, doğacak çocuğumdan daha gerideyim.” Yani bu mantık içerisinde bir deneyim olmalı Türk Sineması’nda ve bilgiler tıpkı beynin nörolojik yapısındaki bilgi transferi gibi yaşam içinde de insanların birbirine transfer edebileceği bir uygarlığa dönüşebilmeli. Kıskanmak değil alışverişe, desteğe, birbiriyle dayanışmaya, dönüşmeli ki, birisinin başarısı öbürünün de başarısı sayılmalı değil mi? O başarı kazanıyorsa -bizim alanımızda bize yol açılıyor- diye görülmeli ve bu anlayış geliştikçe de eğer böyle bir anlayış -iyimser gerçekçilik anlayışı- diyoruz buna tabi adını “Sanata Evet” diye koymak istiyorum ben. Çok daha insanı motive eden bir laf bu “Sanata Evet” Çünkü “Sanata Evet” in sanatçısı sensin.
Bu anlayış toplumsal değer haline dönüşürse Türkiye’de ki, dünyada da bence dönüşmesi gerekiyor. Ben bu ülkenin son derece önemli gelişmeler kaydedeceğine inanıyorum. Ama politik anlamda bunun farkında olanlar var. İşte Ortadoğu insanından adam çıkmaz diyen milyarca insan var. Efendim Ortadoğu insanından bırakırsan son derece yaratıcı insanlar çıkabilir diyen bir kesimde var. Var buna benzer düşünceleri savunan stratejiler geliştiren bir sürü adam var. Emperyalist ülkelerde. Onun için bizim bunların da farkında olarak kendimizi geliştirecek bir potansiyel içerisinde olmamız lazım. Yerel ortamda sevdiklerimizle kapanmış burada sadece gülüp sadece ağlayarak vakit geçirmekten ibaret bir yaşam sürdürmememiz lazım. Onun için ben bu Türk Sineması’ndaki gelişmeleri çok önemli buluyorum.
Sektör olabilmesi için kültür oluşturarak bütün faktörlerin ve hukukun tamamlanmış olması gerekiyor. Hâlbuki bunların hepsi eksik… Buna rağmen dünya çapında bir Türk Sineması oluştuysa buna Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin planlı ve programlı yaklaşımı olması gerekiyor. Hem eğitim açısından, yaygın eğitim açısından hem de dünyada milletler arasında Türkiye’nin de kendi prestijini oluşturmak açısından.
6-Sanatın her dalında başarılı ve üretken bir sanatçı olarak, kaleme aldığınız Abdülcanbaz oyununda Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz adlı çizgi masallarından yola çıkarak aydınlanmayı anlatıp, Efruzbey’de “Sözde Aydın”lara müzikal bir eleştiri dile getiriyorsunuz. “NİÇİN TİYATRO’DAN SANAT’A EVET” adlı kitabınızda sanat kavramını en yalın haliyle okuyucuya aktarıyorsunuz. Yazar kimliğiyle Tamer Levent en çok kimleri okur,kimlerden beslenir?
Bunlardan bahsettiğiniz için çok teşekkür ederim. Efruz Bey’e bu kadar doğru bir tanım getirdiğiniz için çok kutluyorum sizi. Şaşırdım muhteşem buldum.
Ömer Seyfettin’i biz Diyet, Kaşağı gibi edebiyat kitaplarından okuyup bildiğimiz bir yazar zannederdik hâlbuki Rusya’da bir festival sırasında Rus Yazarlar Birliği üyesi bilim araştırma kurucu üyesi Türkçe bilen Türkolog bir hanım, “Türk Toplumu’nu en iyi tarif eden yazar Ömer Seyfettin’dir” Dediğinde şaşkınlık geçirmiştim. Nasıl olur ya? Dedim. Yani biz bir tek Kaşağı’yı biliyoruz bir de işte Diyet’i biliyoruz. “Efruz Bey’i okuyun, anlarsınız” Dedi. Ömer Seyfettin’in o zamanlar bilgi yayınlarından çıkmış bir külliyatı vardı. Onu aldım. Hepsini okudum. Efruz Bey ve Asilzadeler diye bir sürü hikâyesi var ben oradan bir hikâyeyi işledim. Efruz Bey’i hiçbir şey anlamadan baktığınız zaman sadece böyle komik bir olay zannedersiniz. Aslında Efruz Bey derin bir toplum analizi içeriyor, dediği doğru yani. Evet, işte buradan yavaş yavaş okuduğum kitaplara gelebiliriz. Ben Turan Selçuk’un o zamanlar gazetede yayımlanan Abdülcanbaz’ını her gün bir değer olarak yayımlandığını düşünüyorum. Sonra onlar kitap olarak da basıldı. O da Türk Toplumu’nun çok güzel bir kesitini, fantastik bir form içerisinde anlatıyor. Ben tabi hakikatten çok kitap okudum çocukluğumda bir de arkadaşım vardı. Benim ismim Tamer onun ismi Taner idi. İkimiz giderdik kilo ile kitap alırdık. İki kilo o alırdı, iki kilo ben alırdım. Sonra değiştirirdik kitapları. Ne bulursak okurduk. Sonra yavaş yavaş kafayı taktığım konularda kitaplar okumaya yöneldim. Bunların hiçbirisini okurken akademisyen olacağım, bu konuda ders vereceğim düşüncesiyle yapmadım. Ben bu okuduklarımdan ne anlıyorum. Bunu nasıl anlatabilirim nasıl uygularım, yaşama nasıl geçiririm… Immanuel Kant felsefede çok benimsediğim bir insan. Bu düşünürler yaşamda büyük gelişmelere neden olmuşlar dolayısıyla onların o zaman pratikleriyle düşündükleri ve anlattıkları hikayeler beni çok etkiliyor mesela bu hikayelerin bir kısmını Umberto Eco’dan okudum. Umberto Eco hakikatten benim bu merakıma son derece kapı açan, ışık tutan bir yazardır. Onun dışında bütün filozofları kendi çapımda ve benim merak ettiğim sorulara cevap verecek ölçüde inceledim. Zaten her incelemem sonucunda da sanat kavramını, resim, heykel, tiyatro, müzik, edebiyat, mimarlık değil başlı başına bir düşünme ve üretme kavramı olarak anlaşıldığını kontrol etmiş oldum. Burada mesela 16, 17. yy. başı alman filozofu Carl Ludwig Schleich çok önemlidir. Schleich teori ve pratiğin sanat olduğunu söyleyen ilk kişilerden biridir daha sonra Schleich estetiği çok çok önemlidir. Schleich aynı zamanda oyun yazarı biliyorsunuz. Tabii Rönesans reform dönemi düşünürleri çok önemli… Antik Yunanı saymıyorum artık onu bir bütün olarak ifade ettiğimi düşünüyorum. Voltaire, Jean-Jacques Rousseau. Rousseau’nun demokrasi konusunda söylediği şeylerin tamamen sanat olduğunu düşünüyorum. “Demokrasi gelişmiş insan rejimidir” Diyor. O zaman ben de oradan bir mantık yürütüyorum “Demokrasiyi uygulayacak olan her insan sanatçıdır” Diyorum. Aradaki bütün filozofları saymayayım şimdi ama çağımızda Amin Maalouf çok enteresandır. Bu bölgenin çıkardığı bir insan… Yuval Noah Harari çok enteresan, dünyanın antropolojik geçmişi ile bugününü karşılaştıran, sosyal değerlendirmeler yapan insanlar bunlar. Böyle sosyal değerlendirme belki son yüzyıllarda pek yapılmadı. Üstelik bu sosyal değerlendirmeyi yapanlar da bu coğrafyadan çıkan insanlar. Ben bu içinde yaşadığımız milenyumu, bu coğrafyadan çıkan insanların deneyimlerini, tecrübelerini, önemli çözüm önerilerinde bulunacağını düşünüyorum.
Mesela bu coğrafya sanat felsefesini anlayamadı, sanat kültürünü yaşamına sokmadı, kendi yaşamını sanat kültürüyle nasıl biçimlendireceğini ve buradan nasıl bir reforma gideceğini kendine dert etmedi ama bunu kendine dert eden coğrafyalar müthiş filozoflar yarattı. Bu yüzden dönüp baktığınızda bu coğrafyanın son beş yüz yılda yaratılmış dünyada etkili olmuş filozofu da çok yok.
7-Ağır ceza hakimi bir babanın oğlu olarak, adalet duygusunun çok geliştiği bir aile de yetişmişsiniz. Kültür- Sanat kurumlarında son zamanlarda ifade özgürlüğünün baskılandığı ve sansür uygulamasının sıkça yapıldığı görülmektedir. Ülkemizin siyasal yapısı gözönüne alındığında sanatta sansürü nasıl yorumlarsınız?
Bizim evimiz çok adaletli bir evdi ve babam çok adil bir hâkimdi. Mahkemelerini asla ertelemezdi. Ve vatandaşın mahkemeden çıkacak kararlar ile hayatlarının yeniden yapılanacağını bildiği için bir an önce o kararları vermeye çalışırdı. Annem modacıydı. Çok iyi dizayn yapar ve elbise tasarımları çizerdi. Babam bana sık sık “Hukuk mantıktır oğlum” Derdi. Orta çağ filozofları sanat kavramını bir düşünce biçimi olarak tanımlarken sanatı besleyecek yedi daldan söz ederler. Bunların içerisinde matematik, geometri, astronomi, belagat gramer, mantık, felsefe ve müzik var. Dolayısıyla ben şanslıyım, şanslı olduğumu her zaman söylüyorum zaten aile olarak. Türkiye’nin İzmir’inde doğup büyümeyi şans olarak görüyorum. Sonra Ankara’da büyümeyi, bir ülkenin başkentinin ciddiyetinin içerisinde büyümeyi ve Anadolu kültürüyle devlet kültürünün iç içe geçtiği bir ortamda yaşamayı öğrendim. Ve orada Ankara’da kimliğimi kazandım diyebilirim. Ankara Devlet Tiyatrosu, Ankara Konservatuarı hayatımda çok önemli yeri olan kurumlar. Sonra yine İstanbul’ a dönüş ve İstanbul’daki yaşantımda Ankara’da başlayan sanat hayatımda sinema dizi ve tiyatroyla devam ediyor olması bunlar önemli şanslar diye düşünüyorum. Ufkumu açtı bunlar. Duvara tosladığım anlar oldu. Ama bu yaşadıklarım ve hayata, “Sanata Evet” gözüyle bakıyor olmak bende hep bir çözümler üretti. Zorlukları dahi -evet bu da bana bir şey öğretti- diyerek karşılamama neden oldu. Sanat süreçtir. Dünya sanat kelimesini süreç olarak tarif eder. Yaşadığımız her şey bir süreç. Her sürecin olumlu veya olumsuz ürünü sonrasında yeni sürecin olumlu veya olumsuz gelişmesine etkisi oluyor. Böyle baktığınız zaman daha iyimser bakabiliyorsunuz yaşama. Sanat süreçtir ve “Sanata Evet” de bu sürecin ürünüdür. “Sanata Evet” yaşamda insanın ürettiği ne varsa her şeyi kapsıyor. Bütün bunlardan haberdar olup bir çözüm üretmeye “Sanata Evet” diyoruz. Kötümser olmamaya, yaratıcı olmaya, üretken olmaya. Şimdi sanatta sansür, mesela suç işleyen insanların suç içgüdüsünün korkudan kaynaklandığı gibi önemli bir tespit var. Çünkü hırsızlık yapanın yaşamını idame ettirmek konusunda kolay para kazanmak hırsıdır. Adam cinayet işleyenin karşı tarafın kendisine vereceği zarar veya paranoyak olmasından kaynaklanan korku sonucunda işlendiği, bu suçların belli hastalıklar sonucunda işlendiği gibi tahminler de vardır. Bu esasen suçlunun suç işlememesi sağlayacak caydırıcı önlemler nasıl alınabilir felsefesi ile yaratmak imkânın kalktığı bir dönemdir. Suç işlenmişse ona cezai işlem uygulamayı gerektirir değil mi? Şimdi sansür böyle bir suç işlenmeden ortaya çıkmış bir haldir. Ve de suçun neye göre işlendiğine dair sosyal bir terminoloji yok ortada. Mesela İstanbul’da “Bir Anarşisttin Kaza Sonucu Ölümü” ismi olan bir oyunu devlet tiyatrosunda yıllarca oynadı, bu oyun daha sonra Tarsus’a turneye gitti ve o zamanki Tarsus Kaymakamı kardeşimiz polis yetki ve salahiyet kanununa binaen bunu kaldırmak, durdurmak istedi oyunu. Ben de o sıralar devlet tiyatroları genel müdürüydüm. Kaymakamımızı arayarak dedim ki, “Sayın kaymakamım Tarsus bu ülkenin sınırları içerisinde değil mi?” “Evet” Dedi. O halde karakolda geçerli olan mahkemede şaşar mı yani, İstanbul’da kaç senedir oynayan oyun hiçbir şekilde sansüre, engellemeye karşı gelmiyor ama Tarsus a gelince oluyor. Nasıl oluyor? Ve olamayacağını kabul edince onu kaldırdık ama oradaki suçlu veya kanun meclisi dediğimiz her iki tarafın korkularının karşıtı bir uygulamadır. Yetersiz bir düşünce güvensizlikten kaynaklanan bir uygulamadır. “Siyasal İktidar Sanata karşı” diye sevgili Çetin Yetkin’in 1960 yıllarda yazdığı bir kitap vardı. Yani o zaman turne yapan pek çok özel tiyatronun oyunu Türkiye’de yasaklanmıştı. Şimdi bu oyunlar sahneye çıktında bunların oynandığı kentlerde oynanabiliyor da turneye çıktıklarında nasıl yasaklanabiliyor? Sansür, şimdi Amerika’da bir banka soygunu çekilebiliyor Türkiye’de çekilemiyor. Mesela Türkiye’de çekilememesinin nedeni de bir tür sansür herhalde ya da oto sansür. Neden çünkü kötü örnek olur diye zannediyorum. Demek ki burada bir zafiyet var. Bir açık var demek ki burada. Amerika’da kötü örnek olmuyor da Türkiye’de mi kötü örnek oluyor. Ruslar KGB’yi eleştiren filmler yaptılar, Amerikalılar CIA’yı eleştiren filmler yaptılar. Tabi bunların arkasından şunları da duyduk CIA kendini yeniden yapılandırıyordu da ondan yaptı. Ama CIA‘yı eleştiren filmler yaptı. Hadi bakalım gelin siz MİT’i eleştiren filmler yapın!
Demek ki kültürel olarak eksik yanlarımız var. Demokrasi kültürü anlamında oturmamış, yaşamı sanatlaştıramamış olmaktan kaynaklanan zaaflarımız var. Bu dün de böyleydi bugün de böyle. Sevgi, saygı, insana değer verme, demokrasi, kültür aklımızda yer ettiği ölçüde duruyor ama yaşadığımız ne onu çözemiyorum ben. Onun için, “Sanata Evet” demenin tam zamanı.
Tamer Bey eşsiz bilgileriniz, anekdotlarınız ve bu muhteşem röportaj için sonsuz teşekkür ederim.
Böyle güzel değerlendirme için ben teşekkür ederim, çok güzel hazırlanmışsınız çok tebrik ediyorum.
SÖYLEŞİ: GÜLİN EREN SAYGIN