AYLAK DERGİ

AYSUN POLAT

SONYA HANIM’IN SİMYASI

Tak tuk tak tuk… Birisi pes diğeri tiz çıkan bu ahenkli seslere uyandı Cevat. Evinde çalar saat yoktu, telefonunun alarmını da hiç kurmazdı. Biyolojik ritmi öyle güzel işlerdiki buna gerek kalmazdı. Bu sesler Sonya Hanım’ın bastonundan çıkıyordu. Ta ki Cevat’ı uyandırıp yataktan çıkartıp karşısında görene kadar devam ederdi bastonunu yere vurmaya. Tak tuk …

Cevat salona gittiğinde her zamanki gibi Sonya Hanım, üstünde mine çiçekleri açmış zarif fincanından kahvesini içiyordu. Kendisine muazzam bir güzellik katan gri saçlarını ensesinin üstünden topuz yapmış, fincandan daha zarif olan ve üstü pembemsi buruşukluklardan ince parmaklarına doğru uzanan narin elini, kimsenin gülümserken görmediği dudaklarıyla buluşturuyordu, hiç istifini bozmadı. 

Sonya Hanım bazen yalnızlıktan sıkılıp sadece bir yüz görmek istediğinden, bazen de kendini bildi bileli içindeki efsunlu kadının kulağına fısıldadığı kötülüklerden ailesini korumak için uyandırırdı evdekileri. Gerçi sesi çıkmazdı ama o yine de anlatırdı. Sımsıkı tuttuğu bastonuyla en çok da parlak mavi gözleriyle anlatırdı. Hala dünyaya en parlak mavi gözlerle bakıyordu. Otoritesini gözlerinden sarkıtırdı insanların üzerine. Başka da bir şeye ihtiyacı olmazdı. 

Dört çocuğu babalarını kaybedince annelerini, aile apartmanlarının bodrum katında kullanılmayan eşyaları biriktirdikleri dairenin bir odasına koydu. Sonya Hanım o dairede tek başına ne kadar kaldı bilinmez. Arada bir çocuklar iner dairenin tozunu alır, mevsime göre Sonya Hanım’ı evin daha güneş alan köşesine yerleştirirlerdi. Artık konuşamıyordu Sonya Hanım. Çocuklarından gördüğü vefasızlığın acısını baston darbeleriyle öğütmeye çalışıyordu. Elinden düşürmediği bastonu, kelimeleri, pusulası, duası, yoldaşı olmuştu.

Bir süre sonra bodrum kattaki tek daireyi de kiraya verip ordan da para kazanmak en büyük  ve tek kız çocuk olan Şükran’ın aklına geldi. Annesi ona hep şöyle derdi: ‘Senin adını Şükran koydum. Benim sana öğreteceklerim ve sana bırakacaklarım senden kardeşlerine geçecek. Bir gün ben gittiğimde erkek kardeşlerin değil sen ailenin söz sahibi olacaksın. Benim yetişemediğim yerlerde sen kardeşlerini öyle bir gözeteceksinki onlar da ilerde şükranla anacaklar seni.’ Oysa en çok hırs Şükran’daydı. Kardeşleri ‘Biraz haline şükret! Bari anne yadigarı tâ Osmanlıdan kalma mücevherleri bozdurmayalım. Paraya mı ihtiyacın var, çok şükür? Parayı yatırım yapacağımız bir işimiz yok. Biz ticaretten anlamayız. Hepimiz iyi kötü bir yerlerde memur olduk. Annemin bize bıraktığı gibi kendi çocuklarımız için kalsın bunlar da.’ dese de ablaları isminin anlamını hiç yüklenmemişti hayatı boyunca. O sadece annesinin parasına değil otoritesine de sahip olmak için yanıp tutuşuyordu. Bunun için tek rakibini, Sonya Hanım’ı bodrum kata kapatmaktan da geri durmamıştı. Bilmediği şuydu ama: Hayat tecrübesinden, sevgiden, iyilikten,  fedakarlıktan, inançtan ve şükür sahibi olmaktan uzak bir otorite neye yarardı? Bütün bunları daha da süslemek içindi para. Sonya Hanım için sahip olduğu para, iyilikten ve sevgiden geçen yolda sadece bir araçtı. Sahip olduklarının farkında olup da farkında değilmiş gibi müktesebatını artırarak yaşardı. Parayı, canı istediği zaman taktığı mücevherlerin boynunu süslemesi gibi iyiliklerini süslemek için kullanırdı.

Cevat okul bitene kadar, bir yıllığına, Sonya Hanım’ın yaşadığı bodrum kattaki daireyi tutmuştu. Şükran değil ama diğer kardeşler annelerinin evin bir odasında ufak tefek eşyalarıyla beraber kalması şartıyla evi kiraya vereceklerini söylediler. Cevat zaten okuluna yakın diye evi tutuyordu, önceliği zamandan tasarruf etmekti. Bu yüzden evin bir odasının kapanmasını sorun etmedi, kalan iki oda kendisine yeterdi. 

Okul bitince memleketine gidip kendi kliniğini açmak, memleketindeki insanlara yardımcı olmak, doğup büyüdüğü topraklara ve kendisini bugünlere getiren ailesine olan borcunu bir nebze olsun ödemek istiyordu. En azından beş yıl memleketinde kalmayı planlıyordu. Sonrasında yine büyük şehre dönüp kariyeriyle ilgili hayallerini kovalayacaktı.

Cevat bu evi tutarken yaşlı kadına bu kadar alışacağını hiç hesaba katmamıştı. Kendisi okuldayken o soğuk ve karanlık odada kalmasına ilk günden beri gönlü razı olmadı. L tipi salonun en güzel yerine oturttu onu. Tavanın hemen altındaki demir parmaklıklarla kapatılmış küçük pencereden sızan ışıklar Sonya Hanım’ın yüzünde kırılırken, onunla karşılıklı kahvesini büyülenmişçesine içerdi Cevat.

Zaman geçti annelerinden kalan miras dört çocuğunun arasındaki güzellik ve pahalılık yarışına yetmedi. En güzel eve, en pahalı mobilyalara sahip olmak için aile apartmanlarının bütün dairelerini sata sata, sıra içinde annelerinin yaşadığı bodrum kata kadar geldi çattı. Cevat okulu bitene kadar müsaade istedi satışın yapılması için. Cevat’ın evi boşalttığı gün, önlerine çıkan ilk alıcıya hiç pahasına son daireyi de sattılar. Cevat eşyalarını taşırken çocukları da Sonya Hanım’dan kalan son birkaç parça eşyayı hurdacıların alması için kapının önüne koydu. En son Sonya Hanım’ın kendisini kapının önüne koydular. Hiç arkalarına bakmadan çekip giderken Cevat kaldırdı yerden Sonya Hanım’ı. Kirlenen üstünü başını temizledi. Bundan sonraki hayatında da baston darbeleriyle kendisine yol göstermesi için Sonya Hanım’ın asil tablosunu evinin en güzel duvarına asmak üzere memleketine doğru yol aldı. Terminalde ilk otobüse iki bilet ayırttı. Hayatının her dönüm noktasında olacağı gibi yolculuk boyunca da Cevat’ın yan koltuğundaki tablodan gelen sesleri Cevat’tan başkası duymadı. Tak tuk…

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.