AYLAK DERGİ

AYSUN POLAT

İKİNCİ EL DUYGULAR

            İyi ki, uzun boylu bir kadındı Asiye. Böylece elindeki açık mavi ince pazar poşetlerini kolaylıkla somurtkan pardösüsünün içine saklayabiliyordu. Kimse görmüyordu ama eve gelip de divanın üstüne poşetleri atıncaya kadar kendini kötü duyguların pençesinden kurtaramıyordu. Ayıp değildi elbette. Kimse onu alenen ayıplamamıştı da. Öyleyse neden korkuyordu açık mavi ince poşetleri elinde özgürce taşımaktan? Sahi bu küçük köyde neden sadece o tezgahta renkli poşette veriliyordu, satılan mallar ikinci el giyinenleri insan içinde belli etmek için mi? Asiye’ye kalsa bunu hiç saklamazdı. Köyde hemen hemen herkes o tezgahtan az çok alışveriş yapmasına rağmen -olur da birisi görürse- bütün kadınlar ağızlarını kapatıp sanki bir günaha şahit gösterilmiş gibi huzursuzca birbirlerine bakıp hemen dedikoduya başlıyorlardı. 

            Asiye’nin kocası çalışmayı pek sevmezdi. Yazları köy meydanının girişine kurulan, açık hava kahvesinde oturup kağıt oyunları oynar, kışın ise daha küçük olan kapalı köy kahvesine taşınırdı. Yazın kaldırılıp kışın kurulan bir soba gibi onun da hayatı böyle yanardı işte mevsimlerin içinde. Hal böyle olunca evin geçim derdi Asiye kadına kaldı. Ama köylü onun adını “Asi Kadın” a çıkardı. Çünkü Asiye iki kişi olarak bile zar zor doyup giyinebildikleri bu eve bir de çocuk doğurmak istemiyordu. Köylü ise iki yıldır evli olup da çocuk yapmayı reddeden Asiye’yi kadınlığından anneliğine kadar acımasızca yargılıyordu. Bir kadının doğanın işleyişine karışması ve evini çocuk sesinden mahrum bırakması köydeki diğer genç gelinlere de kötü örnek oluyordu. Bu yüzden Asiye’nin köyde pek arkadaşı, komşusu, sırdaşı yoktu. Çünkü o Asiye değil “Asi Kadın”dı. 

            Oysa ne kadar yetenekliydi resimde. Yaptığı resimleri şehir merkezinde, sanat ürünleri satan bir butik mağazasına satarak evin ekonomisini sağlıyordu. Sadece bu da değil. Evlerinin önünde küçük bir bahçeleri vardı. Orda meyve sebze yetiştirerek hem köy hayatına uyum sağlamaya çalışıyor; toprağı, tohumu keşfediyor hem de kendi yiyeceklerini kendisi üreterek masrafları kısmış oluyordu. Ama bu kimsenin umurunda değildi. Köylü kadınlar neyse de kocası Recep’in de umurunda olmaması onu çok üzüyordu. Güzelliği; onu görmeyen bir kocanın yanında er geç çürümeye başlamaz mıydı sevgisizlikten, yaratıcılığı; onun kıymetini bilmeyen bir adamın yanında er geç küsmez miydi renklerine, hevesi; onunla heyecanlanmayan bir adamın yanında er geç yolunu değiştirmez miydi susuzluktan? Yoksa köylü kadınların dediği doğru muydu, firavun işi miydi resim de? Aklına böyle sorular geliyordu resim yapa yapa.

            Ah! Bir gün kasabada kendi resim atölyesini açmak en büyük hayaliydi. Şimdilik bunu köyden kimseye söyleyemiyordu. Adı bu sefer de “Deli Asiye” ye çıkardı. Köylü kadınlar onu hem asi hem deli bellesinler istemiyordu. Hayaliydi hayal olmasına da bazen bunu düşünürken bile korkuyordu. Çünkü o, çocuklara resim yapmayı öğretmek istiyordu. Ağaçların renginin kahverengi, çatıların renginin kırmızı olmak zorunda olmadığı, özgür resimler yapmayı öğretmek istiyordu. Ama o mavi poşeti taşırken bile özgür değilken nasıl başkalarına özgürce resim yapmayı öğretecekti ki? Önce özgürlükle arasındaki bu meseleye ya da mesafeye kafa yormalıydı. Keşke kocasıyla özgürce konuşabilseydi. “Bak yine özgürlük ağına takıldın Asiye.” dedi kendi kendine içinden. Recep karısına hiç karışmazdı ama konuşmazdı da öyle. Onlarınki iki kişi görünümlü tek kişilik bir evlilik (evcilik) oyunuydu.

            “Himmet Ağa’nın kızı yan köye gelin gittiydi, iki yılına gerisin geri döndü geldi. Hemi de bebesi beleği de olmamış. Recep yine iyi sabretmiş iki yıl. Kadın dediğin evlendiği yılına erkek bebeyi koymalı kocasının eline. Hem bu Asiye resim miymiş neymiş öyle acayip acayip şeyler yapıp evin duvarlarını dolduruyormuş. Tövbe estağfurullah sen çarpma Yarabbim.’’demesinler diye, Recep ile arasındaki boşluksuz uçurumu görmezden geliyordu. Zihni ise bu köydeki bütün zihinleri bambaşka notalarla doldurmak, yeni ve güzel sözlerle ortak söylenecek bir şarkı yazmak istiyordu. Konya’nın bu bal rengi asık suratlı köyünde doğa cömertçe bütün güzelliklerini sunmuşken gülmek, bedeninden ruhuna kadar nefes aldığını hissetmek, mutlu olmak, tabiatın verdikleri arasından şükretmek için sayısız sebep bulabilmek varken neden onları da ikinci el giysiler gibi saklayalım? Neden ağızdan ağıza gezerken yırtılmış, yıpranmış, yamalanmış ikinci el duygulara bulayalım gözlerimizi, kulaklarımızı?

            Himmet Ağa’nın kasabasına atanan, okulun yeni müdiresi güzel sanatlar mezunuydu. Şehir merkezinde Asiye’nin resimlerini çok beğenmiş ve satın almıştı. Himmet Ağa bir gün torunlarını okula bırakırken tek koridorlu okul binasında biricik Asiye’sinin yaptığı resimlerden birini duvarda gördü ve hemen tanıdı. Nerde olsa tanırdı. Çünkü kızı her resme bir elem koymayı mutlaka becerirdi. Daha çocukken anlamış gibiydi hayatın üstündeki ikinci el duyguların hükmünü. Himmet Ağa ile okul müdiresi duvardaki resimden, Asiye’den, Asiye’nin atölye açma fikrinden konuştular. Müdire Hanım elinden gelen desteği verebileceğini söyledi. Himmet Ağa köye tez haber salıp kızını çağırttırdı. 

Asiye akşamüstü eve vardığında kapıyı açan Recep ‘’Oyunda çok kaybettim. Baban para vermeye mi çağırmış?’’ dedi. Asiye ‘’Yok, çocukluk hayalimin üstünü açmış.’’ dedi. Recep kafasını, gözünü sallayarak bir hışım çıktı evden. Asiye, çözdüğü beliklerinin arasından rüzgara bıraktı korkularını ve insanları… Kendini hiç bu kadar hafif hissetmemişti. 

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.