Şehir denen mağaranın en karanlık yerindeki ışık misali, yüz yıllardır ağaçlarıyla nice kavuşmalara nice ayrılıklara nice vahşetlere ve ihanetlere şahitlik etmiş bu bahçede, orta yerden geçen taşlı yolun biraz yukarısında sur dibinde bir banka oturdu Ali. İnsanlar biraz sonra yağacağının haberini veren yağmur sebebiyle hızlıca terk ediyorlardı bu bahçeyi… Turist bir çift şemsiyelerini açmış seri adımlar atıyordu, yaşlı bir kadın yanında köpeğiyle ilerlerken ara sıra gökyüzüne çeviriyordu başını. Uzaklaşan insanların renkleri grileşiyordu yavaş yavaş sadece genç bir kız sırtında yeşil çantayla yağmuru bekler gibi yürüyordu. Yağsa da ıslansak der gibi sanki adımları, ha durdu ha duracak! Durmadı. Yavaş yavaş ilerledi genç kız, griye dönmedi bir türlü rengi… Gök gürültüsü ilerideki tramvayın gürültüsünü bastırdı bir anda, yanıbaşındaki boğazdan gelen ince esinti, ağaçların hışırtısı, üzerindeki beş yıllık paltosunun ince astarından tüm bunları hissediyordu. Yemyeşildi her yer… Yapayalnız hissetti kendini Ali. Sahi neydi az evvel olanlar? Bin türlü barışma bin türlü ayrılma hayal edebilirdi ama aklının ucundan geçmezdi böylesi. Nazım ” GÜLHANE PARKI ” şiirini yazdığında rivayet edildiği gibi Gülhane’de değilmiş! Yasaklı yıllarında Karadeniz’in karşı kıyılarında oğlu Memet’e duyduğu hasret sebebiyle yazmışmış! Gülhane’de hiç ceviz ağacı yokmuş! Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonraki ilk evinin kapısı yüz metre ilerimdeymiş. Gülhane böyle bir yermiş, kabul etmeliymişim, kendime iyi bakmalıymışım, hoşça kalmalıymışım… Ayağa kalktı Ali. Gök gürledi. Kimse yoktu. Islandı yüzü. Yağmur yağmamıştı henüz. Yürüdü Ali, içinde gri bir his vardı yürükçe artan. Islandı yüzü. Yağmamaya devam ediyordu gökyüzü…
Gülhane Parkı’ndan çıktığı esnada başladı yağmur, yüzünün kıyısında gezinen o silmeye dahi kıyamadığı gözyaşlarına kardeş bildi gökyüzünden gelen damlaları. Minnet etti Tanrıya o anda. Sağ elini kalbinin üzerine koydu Ali. Tramvayın peşine yürümeye devam etti ezbere bildiği yolu, sağ yanında Yerebatan Sarnıcı sol yanında Ayasofya, yağmur ise var gücüyle bastırmakta yine de gözyaşlarına yetişecek kadar değillerdi hala, “Ha gayret ” dedi kendi kendine… ” Ha gayret az kaldı Derviş Baba’ya “
Dededen kalma on kulaçlık dükkanında, taze demlenen çayı kaldırdı ateşin üzerinden, buğulu bardaklara pay etti demi, yağmurda ıslanmak için yavaş yavaş yürüyen ve yüzü herkesten daha çok ıslanan Ali’yi görmüştü, meydana bakan camından Derviş Baba. Gülümsedi. Dükkana her girenin evvela göreceği tahtaya eline aldığı tebeşirle bir dörtlük yazdı, gülümsüyordu hala… Kapı hafifçe açıldı, üzerindeki açık kahve paltoda yağmurun, yüzünde ise hüznün hatırası duruyordu Ali’nin
“Müsade var mı Derviş Baba?”
“Safa getirdin evlat, geç bakalım bizim tenekeden tahtımıza” dedi ve Sultanahmet Meydanı’na bakan camın önüne sırılsıklam paltosunu çıkarmadan oturan Aliyi izledi, az evvel doldurduğu çayları aldı eline, gülümsedi önce, Ali’ye doğru yürümeye başladı Derviş Baba. Gözlerini kırpmadan, ıslanmamak için dışarıda birbirleriyle yarışan insanları izliyordu Ali. Asırlık meydan saniyeler içinde bomboş kaldı, yan yana oturdular kanlı meydana doğru:
” İnsanoğlunun terk edip gittiği her yer boş kalır biraz. Bazen meydandır bu, bazen insan yüreği, ne dersin evlat?”
“Yüreğim acıyor Derviş Baba”
“Ne güzel işte, hala acıyacak bir yüreğe sahipsin bu vicdansızlar diyarında”
“Dün gece arayıp buluşalım dediğinde bir garip oldum önce, konuşamadım bir kaç saniye. Onu unutmaya çalışmalarım, ettiğim yeminlerim, birlikte dinlerdik diye yasakladığım şarkılarım, onu hatırlatıyor diye ters çevirdiğim kitaplarım geldi aklıma. Aylardır verdiğim mücadele silindi aniden. Onun o çok sevdiği şarkıyı açtım aylar sonra Sezen Aksu! Kitapların sayfalarını kokladım bir bir, Cemal Süreya! Utandım önce kendimden, ben unutmaya çalışırken o hatırlamış dedim, kızdım kendime, buluşalım demişti bir kere. Nuh’un Gemisi’ne konan güvercin misali umut doldu ciğerlerime kadar. Giyindim hemen. “Olur” demiştim çünkü… Aldım her şeyimi çıktım evden, her şeyim paltomdu zaten o gitti gideli. Ne aptalmışım meğer… Meğer ne ahmakmışım!
“Ne güzel sevmişsin evlat”
“O sevmemiş ama Derviş Baba, unutamamış evet ama bunun için değilmiş görmek istemesi. Affetmek en büyük unutmakmış meğer Derviş Baba. Sarılmak son kez, dokunmak ellerine… En büyük unutmak bağışlamakmış hayatta. Beni affetmiş, kızmıyormuş artık. Vedanın böylesi ne zormuş. Umudum düştü sanki yükseklerden sığ kayalıklara, Nuh’a ulaşamadı güvercin Derviş Baba. Canım acıyor çok acıyor.”
“Tuvali hayat olan bu resmin fırçası insandır, ressamı ise Tanrı. O bir güzel renkti ömründe güneş gibi sarı misal. Kırmızı ve sarı karışırsa turuncu olur evlat. Sarı ve mavi ile yeşili bulursun. Maviyi kırmızıyla buluşturursan mor kalır elinde. Rengarenk bir hayat bekliyor seni.”
“Simsiyah sanki her yer bana”
“Beyaz, nur diye tabir edilir, siyah ise sonsuz nurdur esasında. Baksana şu camdan karşındaki Ayasofya’ya! Bu gördüğün üçüncüsü evlat, yıkıldı yılmadılar, yandı kül oldu yılmadılar, yine yine yaptılar. Pes etmek var mı bizim fıtratımızda? Asla! Nuh’un Gemisi’ne elbet konacaktı güvercin, mümkün mü aksi? Nuh Gemisi’ni yaparken etrafta tek damla su yoktu, ormanın orta yerinde ağaçları kesip gecesini gündüzüne katan o ihtiyarın elinde umuttan ve teslimiyetten gayrı ne vardı yıllarca? Sonunda koptu fırtına. Sen güvercinin düşüşü diyorsun şimdi ama bu hikaye çok uzun aslında.”
“Neden geldi baba, neden, yoluna rahat devam etmek için mi, hatıramı omuzlarında taşımamak için mi, acı çektirmek için mi, hala seviyor muyum, özlüyor muyum diye görmek için mi, ne bekliyordu ki? Bin kez yemin etmiş olsam ne çıkar, gelmem diyemem biliyordu. Aramazdım da ama bunu da bilir. Neden baba neden bir kez daha terk etti? Aklım da yüreğim de almıyor. Canım acıyor Derviş Baba”
“Veda için yaralı kuş. Veda için her şey. O veda etmiş, bu gün ise sen de et diye gelmiş. O seni kayalıklara atmamış evlat, kanat çırpamadığını görünce bi gayretle güverteye kadar sana eşlik etmiş. Bak sana bir mesel anlatayım. Bir gün Hz Süleyman’ın huzuruna bir güvercin gelmiş demiş ki: “Süleyman, bir derviş benim kanadımı kırdı şikayetçiyim.” Hz Süleyman derhal dervişi huzuruna çağırmış, “Söyle derviş efendi niçin kırdın bu masumun kanadını?” Derviş demiş ki “Ben avlanacaktım, bu güvercine yaklaştım kıpırdamadı, biraz daha yaklaştım baktım hala kımıldamıyor, yanına kadar geldim tam kavrayacakken kaçmaya çalıştı o esnada kanadı kırıldı.” Hz Süleyman güvercine dönmüş “Bak, derviş ne diyor, sen kımldamamışsın, kaçmamışsın, av olmaya razı gelmişsin” Güvercin ” Ben bir başıma su kenarında durmuştum baktım hırkası sırtında bir derviş geliyor. Dedim ki o diğer insanlar gibi değildir bana zarar vermez, baktım hırkası sırtında yürümeye devam ediyor, bekledim öylece, elini uzattığı esnada anladım niyetini, kaçmak istedim ama kırıldı kanadım.” Bunun üzerine Hz Süleyman çok hiddetlenmiş “Güvercin haklı, kırın dervişin kollarını” Güvercin araya girmiş. “Kollarını kırmayın efendim, zira kolu iyileşince yine yakar bir garibin canını, o derviş hırkasını alın onun sırtından, onunla kandırıyor garibanları”
Gözyaşları yağmurun yetişemeyeceği hızla iniyordu yüzünün kıyısından aşağı Ali’nin “Aşk hırkasını alsınlar ondan Derviş Baba, aşkla kandırıyor insanı. Canım yanıyor baba”
Sarıldılar bir süre, güneş ışığı Ayasofya ve Sultanahmet arasında yeni bir renk doğuruyordu. Gülümsedi derviş, kollarının arasında duran Ali’nin hemen ardındaki cama doğru: “Şimdi evlat, umut etme zamanıdır”
Gözyaşlarını sildi Ali. Beş dakika mı beş asır mı beş saniye mi geçtiğini ancak yaşayanın anlayacağı bir AN’ın içindeydi. Çay bardakları boştu şimdi, gülümsüyordu bu antika saat dükkanında yeryüzünde en sevdiği insana… Kapı açıldı yavaşça, kapının üzerinde misafirin geldiğini haber veren zil çınladı evvela ardından sarı, mavi ve turuncunun ışığıyla kumral saçlı bir genç kız sırtında yeşil çantasıyla girdi içeriye.
“Merhaba, Beyazıt Kütüphanesi’ne gitmek istiyordum, yeniyim de bu şehirde. Nasıl gidebilirim acaba?”
“Hoş geldin kızım şehre de bize de. Ali evladım senin de dersin başlar birazdan eşlik et hanım kızımıza”
“Tamam Derviş Baba, buyrun lütfen, kütüphanenin yanındaki okulda okuyorum ben de ismim Ali”
“Memnun oldum ben de Karaca”
Gülümsüyordu Derviş Baba iki güvercinin kanat çırpışına.
“Derviş Baba akşama gelirim yanına, hoşçakal”
Nemli paltosuyla Ali kapıyı açıp buyur etti dışarıya. Karaca’nın gözü tahtadaki dörtlüğe takıldı kapıdan çıkacağı esnada.
” Ne yazıyor orda Ali?”
“At oynatma zahit bu meydan değil
Bu meydan der isen bu erkan değil
Süleyman der isen Süleyman değil
Süleyman var Süleyman’dan içeri”
Camın ardından yüz yıllık meydanda yüz yıllık hikayeyi izliyordu Derviş Baba. Karaca ve Ali yürüyordu rengarenk bir gökkuşağında. “Hayat” diye mırıldandı ateşin üzerinden aldığı demliğe “Güzel” diye mırıldandı buğulu bardağa,
“Hayat Güzel…Ene’l Aşk”