Vakitsiz bir sonbahar günü kelimeler sustu. Bu derin sessizlikte kalan zihin, zamanla söylenmeyeni işitir oldu.
Montunun cebinden çıkardığı sigara paketini masanın üstüne fırlatıp kapıya yöneldi. Birkaç adım attı, durdu. Önce kapıya baktı sonra ardına… Dönüp montunu çıkardı, sandalyeye astı. Masadaki açılmamış pakete doğru uzandı. Onu avucuna yerleştirdi, parmaklarının arasında evirdi çevirdi. Devreye göz bebekleri girdi. Bir sıçrayışta o şeffaf, belli belirsiz çıkıntıyı fark etti. Adamın parmaklarına yolu gösterdi. Paketten çekilen bir dal, solgun dudakla buluştu.
Adam içine çektiği dumanı halkalar şeklinde geri üflerken gözlerinden biri yaşardı. Küfrederek o ıslaklığı sildi. Ağzından çıkan titrek dumandaki nikotin, yapışacak bir yer ararken kazara gözüne kaçmıştı. Sigara: “Adam sen de! İleriye doğru üflesen olacaktı.” demeyi istedi ama utandı. Başlı başına zarardı. Çözümü içindeki tütünü iyice sıkmakta buldu. “Daha az duman rahatsız etmez adam da bir daha küfretmez.” diye düşündü. O ara dudağından hışımla ayrılan sigara kül tablası ile buluştu izmarite dönüştü. Küller eski küllerle kaynaşırken, izmaritlere bir yenisi daha eklendi.
Nikotin sinmiş parmakları bu defa sakalını sıvazlamaya geçti, her dokunuş bir sonraki dokunuşa zemin hazırlarken başını masanın bitimindeki pencereye çevirdi. Kestane ağacının dallarıyla buluşan gözleri; yorgun ve perişan, bir süre hareketsiz bekledi. Ağacın dalları adamın dikkatini çekmek için önce salındı sonra hızını artırdı. Üzerinde kalmış son yapraklar da yere doğru süzülürken etraf buğulandı, bir damlası adamın sakalına sığındı. Deri damlayı emene kadar sükutu bozan bir şey olmadı. Emilen tuzlu sıvı ise deri altında yeni bir yaşam buldu.
Adam suskun, yaprakların süzülüşünü izlerken kapının gıcırtısıyla irkildi. Ardına dönüp baktığında onu gördü. Elinde bir kutu taşıyordu, bir kutuya baktı bir ona…
“Gelmişsin” derken gözleri kadının üzerindeki elbiseye odaklandı. Ne yapacağını bilmez haldeydi. Koşup kadına sarılmak istedi önce. İlk hareketi kadın yapmalıydı. Çünkü habersizce çekip giden kendisiydi. Bekledi, beklerken düşündü. O süreyi -zor durumlarda hep yaptığı gibi- içinden sayarak geçirmeye karar verdi. Bir, iki, üç… Rakamlar dilin yüzeyinde dans etmeye başladı.
Kadın eli kolu bağlanmış bir mahkum gibiydi sadece adamın giydiği kazağa baktı. Gözlerine bakmış olsaydı eğer koşacak ve adama sarılacaktı. Sonra elindeki kutu aklına geldi. Kapıdan içeri girdi. Masanın üzerine bıraktığı kutuyu adamın önüne doğru itti. Elini kutuya uzatırken, adamın yüzü pembeleşti ama bunu sadece kendisi biliyordu. Çünkü yüzündeki yirmi beş günlük sakal her şeyi saklamaya devam etti. Kutuyu avuçlarının içine aldı. Sanki yüreğini eline almış gibi kutu kımıl kımıl oynamaya başladı. Ona eşlik eden parmakları ise ipi çözmeye çalıştı. İp çözüldü yere düştü. Bir köşede mırıl mırıl sesler çıkaran kedi koşarak atladı. İpi patilerinin arasına geçirdi. Her pati darbesinin ardından ip, tellerine ayrıldı. Sonra döndü adama baktı, teşekkür eder gibi ağzı oynadı. Adam ve kadın kenara çekildi. Bir süre kediyi izledi.
Kadın ilmek ilmek olmuş ipe odaklanmışken adam, kutunun kapağını açtı. Gözleri telaşlandı göz kapaklarına saklandı. Susmayan zihni saymayı bıraktı az önce gördüğü görüntüye odaklandı. Kadın şaşkın adamın gözlerine baktı.
“Mutlu olmadın mı?” sorusuna karşılık gelen “Bu nedir?” sorusu, kadının son ümidini de kesip attı. “Sahip olmayı en çok istediğin şeyi getirdim sana. Tekrar bak.”
Adamın sessizleşen kelimeleri yeniden ses bulmuşken, kadının sözleriyle sarsıldı. Gücünü toplayabilse soracaktı belki ama dudağının her hareketi boşa çıktı.
On yıldır süregelen birlikteliklerinde bir anlaşmazlık çıkmamıştı. Kadın her şeye uyum sağlarken yirmi beş gün öncesinde ne olmuştu, kadın onu neden terk etmişti? Kadına göre cevabı o kutuda saklıydı. Adama göre kutunun içindeki sıradan bir nesneydi. “Sahip olmak istediğim şey neden bu olsun ki?” Güldü.
“Nasıl yaşadım on yıldır bu evde, hiç mi aklıma gelmedi kim olduğum? Zamanında beğenerek aldığım ama giymeye korktuğum giysilerim var benim. Üstümdekiler hala bana ait değil benim zevkim değil. Zevk aldığım şeyleri ise artık bilmiyorum. Kendime ait bir zamanım hiç olmadı. Her dışarı çıkmamda telefonla varlığını sürdürmeye devam ettin. Fikirlerin fikrim, tavrın tavrım oldu. Beni kaybetmemek için adına sevgi dediğin o kekremsi hücrene sinsice yerleştirdiğinde mutlu olduğumu sandım. Arkadaşlarım beni uyardığında onlara kızdım. Hepsini kaybettiğimde kimseye ihtiyacımız olmadığını söyledin. Kedi bu lafı duyunca mırıltısını kesti. Tüylerinin arasına gizlediği arkadaşına sığındı. Kadın durumdan habersiz konuşmaya devam etti. Gün içindeki tek duygum korkuydu. Yanlış yapmaktan korktum. Bana hiç sesini yükseltmedin ama susmayan dilin ve yönlendirmelerin beni bu hale getirdi. Kayboldum. İkinci bir sen olduğumu fark ettiğimde nefes almak için kaçtım. Kaçarken senin tutsağın olduğumu unutmuşum. İlk zamanlar sudan çıkarılmış çırpınan bir balık gibi davrandım. Bu öfke değil, ah değil çok daha ötesi… Kalbimi ve ruhumu tekrar hissetmeye başlamak belki! Yıllardır senin tutsağın olduğumu fark etiğimde bağlı olduğum zincirleri çıkardım. Bir kutuya yerleştirdim. Her halkası kişiliğimden kopan bir parçayı temsil ediyor. ”
Çerçevelenip duvara asılmış dağlar, denizler, sonsuzluğa uzanan ovalar durumdan sıkılmış beklerken kadının bu sözleriyle yıkıldı, kurudu ve sonsuzluğa bir çizgi çekti. Duvarın altında kalan tuğla ise üzerindeki sıvaya şükretti. Sonra hepsi birden kızgınlıkla adama baktı. Adam hala yerinde duruyordu. Belki bir adım atmıştı ama parkelerden hiç ses duyulmadı.