Apar toparlık ve paldır küldürlükmüş bu taşınma da.
Buruşturulmuş gazeteler artık başka hikayeler anlatmak için ayrıldı tabak çanaktan, kitaplığım eski yerine sığmadığı için yeni salonunda, koltukları biraz döndürmek, evirmek çevirmek gerekti. Neticesinde hepsi sahnedeki yerini aldı. Hepsi yeni hikayesine başladı, yerlerinden memnunlar. Eşyaların hareketliliği kendi hareketliliğimi hatırlatıyor bana, beni benim sabitliğimden sıyırarak.
Tarlaların rüyasını hayal ederken, kolileri bantlayıp devlerden kaçarken ve seneleri nakliye araçlarıyla aşarken büyüdüm kocaman oldum. “Şimdi hangi oda benim odam olacak?” dan “Hurçları atmasam bari, iyi oluyor kışlıkları kaldırırken.” e bir yolculuk. Yeni ev, ev midir? Bir evi ev yapan nedir? Bir taşınmayı sonlandıran nedir? Halıları serdiğinde ev evdir. Çıplak ayakla gezebildiğinde ev evdir. Çocukluk battaniyeni serip onunla uyuyabildiğinde ev evdir. Ya da ilk görülen rüya mıdır evde olmanın kanıtı? Nasıl sonlanacak bu iş?
Evimi özlüyorum galiba.
En çok hangi evimi özledim? Mekân özlenir mi? Anıları değil, mekân özlenir mi? “Salonumuzdaki o kolonu çok severdim.” ya da “Mutfağın balkona açılan kapısı sürgülüydü, çok güzel bir fikir.” “Pazar günleri erkenden kalkıp pencerenin önüne geçip Torosları seyretmeyi, denizin durgunluğuna bakmayı özlüyorum.” E bunlar başka mekanlarda yok, öyle değil mi? Bir daha hangi evde yapabilirim bunu?
İlk gece gördüğüm rüyada ben oradaydım.
Pazar sabahı, gri bir Akdeniz günü herkesten önce uyanıp pencerenin önüne geçiyorum. Küçük benin yanına oturuyorum, oynayacağı oyunları düşünüyorum. Devlerle savaşını… Gülümsüyorum. Ve onunla seyrediyorum. Yeniden bakıyorum dağlara, denize, koyun kıvrımına, bulutlara, gelecek olan yağmurun rüzgarına, palmiyelere… Dağları ve devleri yeneceğinden habersiz kendime yarenlik ediyorum. Ettiğimi zannediyorum. Bana dönüp sadece gülümsüyor ve minicik ellerini çenesinin altına koyup manzarayı seyretmeye devam ediyor. Varlığımı kanıksamış veya sanki hep oradaymışım gibi. Öncesinde uzunca sohbet etmişiz ve artık susma vakti gelmiş gibi. Rüya bu ya, sanki falezlerin hemen başında evimiz, yer altımdan kayıyor, bakamıyorum aşağı. Sadece ve sadece ufka, denizle göğün birleştiği yere ve onun hizasında olanlara bakıyorum. “Oh, şimdi evimdeyim.” Derken, bir anda çocukluk korkum rüyamın derinliklerinden fışkırıyor! Evet evet bu bir fışkırma. Deniz -büyüklerin tsunami dediği- yükseliyor kocaman yan yatmış bir su hortumuna dönüşüyor ve tam ortasından dalgalarını fışkırtıyor. Evimize. Evimiz artık su içinde kalacak, demeden uyanıyorum. Peki ya o çocuk? Ne yaptı? O da uyanmış mıdır?
Sadece çamaşır dağlarını, deli devleri ve yetişkinleri değil, taşınmayı nasıl yendiğini düşünüyorum? Soruyorum kendime.Ben hala bir çivi bile çakamadım duvarıma, kolileri açtım, çamaşırları sardığım çarşafları yıkadım kapıların üstüne astım, yeri beş defa daha sildim, halıları serdim, kitapları bile yerleştirdim -gelişigüzel- perdeleri yıkadım ıslak ıslak astım. Fakat bir türlü asamıyorum tablolarımı duvara, bir türlü çıplak ayakla gezemiyorum evimde. Evimde? Bir türlü bakamıyorum pencereden dışarı. Selam veremedim komşulara, sanki her an tekrar gideceğim. Sanki yarın tekrar eşyaları toplayacağım. Öyle derli toplu duruyor ki her şey; anında geri dönebilirim, anında taşınabilirim. Tekrar. Tekrar ve tekrar. Gidebilirim. Değil mi sevgili cesur yürekli kahraman küçük kendim? Sen olsan ne yapardın? Ben uyandıktan sonra sen; denizin ev, evin deniz olmuş bir rüyanın içinde yeni manzaralarına mı dalardın?