AYLAK DERGİ

RIFAT ILGAZ

RIFAT ILGAZ “HABABAM SINIFI’NI ANLATIYOR

Okullarla birlikte Hababam Sınıfı da açtı kapılarını… Okul mu? Ulvi Uraz okulu… Öğrenciler, biraz daha kurt, öğretmenler biraz daha geçmiş feleğin çemberinden. Müdür, eskiden daha sert… Zarar, Hababam Sınıfı’ndan çok kendi küpüne… Kel Mahmut da sert ama, tatlı sert… Zararı ne kendine ne de küpüne. Piyale İhsan, Ahmet Haşim’in merdivenlerinden ağır ağır yükselmede… Bir basamak, bir basamak daha…

Üç yüz elli oyun bu, şöyle böyle… Yedi ayda üç yüz elli oyun… Buna insan gücü mü dayanırdı, insanın sanat gücü olmasa? Ulvi Uraz, oyunculukta olduğu kadar, oynamakta, oyuncuyu çekip çevirmede de usta…Bakıyorsunuz, bir akşam Kayseri’de oynuyor Hababam Sınıfı’nı, ertesi akşam Balıkesir’de… Hababam Sınıfı’nın ele avuca sığmaz haytaları, salt oyuncu değil, birer maratoncu da… Bir ekip ki basketbol oynar gibi oynuyor Hababam Sınıfı’nı… Oyun başlıyor, tıkır tıkır paslaşmalar… Hooop… Bakıyorsunuz sepette top.

Nasıl mı yazdım bu oyunu?.. Selçuk kardeşlerin çıkarttığı bir mizah dergisi için sıvamıştım kolları, her hafta bir hikâye… Derken yedi formalık bir kitap… Bir kitap daha sonra bir içim su kitap daha sonra üçü bir arada, birinci baskı, ikinci baskı, üçüncü baskı, dördüncü baskı… Bugün yüz bin kitap, elden ele dolaşıyor… Yurttaşlık bilgisinden daha çok satılan kitap oldu bu Hababam Sınıfı. Nerdeyse okumayan kalmayacak, Okullardan diplomayı… Ne Liseden ne Ortaokuldan ne de Üniversiteden…

Altmış dört, altmış beş yıllarına doğru sık sık mektuplar almaya başlamıştım okuyuculardan… Hababam Sınıfı’nı oynamak istiyorlardı… Neresini oynayacaklardı bunun… Ben bir roman diye yazmıştım bu kitabı… Yetmiş hikâyelik bir roman… Neresini oynayacaklardı bu kitabın… Tiyatroyla ilişkisi olanlara göstermiştim bu mektupları… eli kalem tutan tiyatro meraklıları piyes denemelerine başlamışlardı hemen… Ekip halinde çalışmalar bile olmuştu bu sıralarda. Gene de ortaya işe yarar bir piyes çıkarmamışlardı. Bununla birlikte birkaç Lise kendi sahnelerinde şakır şakır da oynamışlardı Hababam Sınıfını.

1965 yılının yazında Karamürsel’de kaldığım günlerde Hababam Sınıfı’nı oyun haline getirmek için ilk adımı atmıştım. Yetmiş hikâyenin yetmişini de sahneye çıkartmanın yersizliğini hemen anlayıvermiştim. Her hikâye bütünüyle bir oyunu dolduracak kadar özlü ve oynaktı. Demek bir belkemiği üzerinde birbirini bütünleyen üç beş hikâyeyle rahatça bir oyun kurmak yetip de artacaktı. Ben de öyle yaptım. Kitabın tümünden kişiden çok tip olmaya elverişli öğrenciler seçtim: Tulum Hayri, İnek Şaban, Güdük Necmi, Refüze Ekrem, Kalem Şakir, Sidikli Turan, Dursun Sektirmez, Hayta İsmail ve Düdük İsmet… Oyun bitmişti. İlk eleștiricim tape etmesi için verdiğim dilekçeci oldu. Bir dükkânda söyleyip yazdırıyordum. Büyük harfle küçük harfin nerelerde kullanılacağını pek bilmiyordu ama, gülünecek yerle, gülünmeyecek yerleri bir halk çocuğu sezgisiyle bulup çıkarmasını öylesine biliyordu ki. Onun hoşuna gitmeyen yerler, piyesin en başarısız yerleri oluyordu. Müsveddeyi bir kenara bırakıp başlıyordum değiştirerek söylemeye…

İstanbul’a dönünce ilk işim bu müsveddeleri Osman Karaca’ya vermek oldu. Kısa zamanda okudu, düşüncelerini şöylece belirtti:

“Zevkle okudum. Kitabını da okumuştum ama, bu daha da hoşuma gitti.” Bununla iş bitmiyordu ki… Ben bunu okunmak için değil, sahneye konmak için yazmıştım.

Benim müsveddeler Osman Karaca’dan Tunç Yalman’a geçmiști. “Peki” derse Şehir Tiyatroları’nda oynanabilecekti. Ama demedi, beğendi mi beğenmedi mi pek belli olmadı.

Ulvi Uraz, o sıralarda Üniversite Kitabevine uğramış. Sahibi Lütfi Erişci arkadaşlık gayretiyle benim bu çalışmalarımdan söz açmış. “Telefon numaramı da vermiş. İlk konuşmamızı yaptığım gün müsveddeleri getirmemiştim. Bir haftaya kadar teslim edebileceğimi söyledim. Daha da çabuk teslim etmemi istedi. Karamürsel’de hazırladığım oyunun sayfalarını ileri geri alarak, aralarına da bazı eklemeler yaparak yeni bir müsvedde çıkardım ortaya.

Ulvi Uraz kısa zamanda verdiğim müsveddeleri çok kısa zamanda okuyup ilk sözünü söyledi:

“Dakor”

Sonra ne mi oldu?

Halk kısa zamanda sevdi, benimsedi Hababam Sınıfı’nı… Kuşak farkı gözetmeden büyük babayla torun yan yana katıla katıla seyretti bu oyunu… Ben oyun süresince salona giriyor, seyredenleri seyrediyordum. Saat 6 oyunlarından birinde, büyük babayla oğlunun ve onun da on yaş farklı iki çocuğunun aynı yerlerde gülüp aynı yerlerde düşündüklerini ve anlamlı anlamlı sustuklarını gördüm. Demek dört kuşak, duygu birliği yapabiliyordu bu oyunu seyrederken. Çünkü her okur yazar okul sıralarından geçmiş, az çok aynı yaşantılarla beslenmişti. Bu oyunun başarısı üzerinde duranlar, bu ortak yaşantı üzerinde durmaktan alamıyorlardı kendilerini. Evet herkes aşağı yukarı okul sıralarından geçmiş, ya da geçmekteydi. Bu başarı için yeter bir neden olabilir miydi?

Bunu biraz daha genişletelim. Herkes evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş, ya da olacaktı. Baba olmayan, ana olamayanlar, hiç olmazsa şimdilik ayni aile düzeni içinde çocuk olarak yaşamış ya da henüz yaşamakta değiller miydi? Neden her aile düzenini yeren oyun başarılı olmaktan yoksundu? Burada, oyunu ortaya koyanların yetenekleri üzerinde durmak en sağlam çözüm yolu değil miydi? Eleștirmecilerin bileceği iş bu, geçelim! Yani yumurtayı yumurtlayanların değil de, sanatçı yumurta yaparken gıdaklıyanların.

Soruyorlar bana, hangi okulda bu Hababam Sınıfı? Galatasarayda mı, Haydarpașa Lisesi’nde mi, Kabataș’ta mı, İstanbul Lisesi’nde mi yoksa?

Önce sunu söyleyeyim: Bu kitabın yazarı, 14 yıl okuyup, on dört yıl okutmuş bir kişi… Biraz Güdük Necmi, biraz Piyale, biraz da Kel Mahmut! Liseyi dokuzda bırakıp öğretmen okullarına geçmiş, Gazi Eğitim Enstitüsünün Edebiyat bölümünü bitirip üniversite kantinlerinde felsefe yapmaya çalışan harç yüzünden imtihanlardan kaçan dar gelirli, gedikli bir öğrenci… Daha yeni sildirdim Üniversiteden kaydımı… Dergi için diploma gerekti de… Yani okul nedir, okumaktan çok okutmak nedir biliriz demeğe getiriyorum. Elimde fotoğraf makinesi Gönen’de Ömer Seyfettin’in evini arıyordum iki yıl önce. Bir öğrenciyle tanıştım yol sora sora giderken… Hababam Sınıfı yazarı olduğumu anlıyan delikanlı biraz daha içtenleşerek:

“Siz de bizdenmişsiniz ağabey!” demişti, “Bizim Okuldan.”

“Hangi okuldansın?” diye sormuştum korka korka.

“Sivil giyindiğime bakmayın! Kuleli Lisesi’ndeyim ben, son sınıfta! Kitaptaki bütün olaylar hep bizim okulda geçmiş!”

Bir zamanlar Galatasaray Lisesi Müdürü Macit Bey de Galatasaraylı sanmıştı beni, hem de sınıf arkadaşı. Sağ olsun okuyucularım kendilerinden hiç ayırt etmezler beni. Onlar hangi lisede okumuşlarsa beni de alıverirler aralarına. Hemen hepsinin okul arkadaşıyımdır, bu kitap sayesinde…

Şimdi de Ulvi Uraz okulunda olduğum gibi. Ama Ulvi Hoca öğretmen kadrosuna mı alsın, öğrenci kadrosuna mı çıkamadı işin içinden… Ama ben onu Hababam Sınıfı’na Piyale İhsan olarak soktum ya. Siz söyleyin tıpa tıp da oturmadı mı?

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.