AYLAK DERGİ

SITKI USTA

Taş fırının sıcaklığı, içine düşen korla birleşince alev aldı, yandıkça yandı. Geceden mayaladığı hamurların kabarmasını yüreğine benzetti. 

Sıtkı Usta’nın gece uykuları uzun zamandır yok denecek kadar azdı. Gecenin bir yarısı uykusundan kan ter içinde uyanıyor, Edibe’ye yakalanmazsa nefesi, bahçede küçük bir sigara dumanında arıyordu. Edibe son zamanlarda iyice çekilmez olmuştu. Sıtkı kırk yıldır her iğneli lafına, alttan alta laf sokuşlarına katlandığı karısına artık dayanamıyordu. Yıllar önce evlerini dolduran, haftanın yedi günü eksik olmayan eşi dostu, Edibe’nin kendini bilmez halleri, boyunu aşan sözleriyle yıllar içinde elini, ayağını yavaş yavaş çekmiş, kimsecikler kapılarını çalmaz olmuştu.

  Dün akşam da iki aydır sırtında kambur gibi taşıdığı dertleriyle Sıtkı Usta gelip yemeğe oturmuş, iki lokma yedikten  hemen sonra derdini Edibe’ye açmak için  şöyle bol köpüklü, okkalı bir kahve yapmasını söylemişti. Edibe elinde rahmetli anacığından kalma,  simli yaldızlarının yıllar içinde  yıkamaktan döküldüğü, kulpu kırık iki fincanı diline takılan türkü eşliğinde getirmişti. Koca kalçalarını da elindeki fincanlarla birlikte salondaki sedire hızlıca bırakıvermişti.

    Kahveler içilip fincanlar ters çevrilirken Sıtkı Usta, ağzından mırıltı gibi çıkan kelimelerle sessizliği bozuvermişti. İçine atıp dağ yaptığı dertlerini bir çırpıda söyleyivermişti. Yıllar yılı ne karısından ne de çoluk çocuğundan bir şey istemeyen Sıtkı, babadan kalma pastanesini ayakta tutabilmek için Edibe’nin kollarını dolduran bileziklerinden birkaçını, borçlarını ödeyebilmek için istemişti. O anda ev, Edibe’nin elinde ters yüz olmuş fincana benzemişti. Halıların altına, kırlentlerin arkasına, dolapların gözlerine saklanan bütün sırlar tek tek gün yüzüne çıkmıştı. Koltukların üzerindeki danteller gibi, Sıtkı’nın geçmiş yıllarda yaptığı bütün hatalar, ince ince işlenerek önüne serilmişti. Ağzından çıkanları kulağı duymamıştı Edibe’nin ama Sıtkı her kelimesini, her harfini tek tek duymuştu.

Sıtkı’nın pısırıklığından, beceriksizliğinden tutun da pastaneyi geçen sene  börek zincire çevirmek isteyenleri reddettiği için  enayi olduğuna, kumarbaz kardeşi Kemal’in bitmek bilmeyen borçları yüzünden çocuklarının rızkını yedirdiğine kadar. Edibe azgın bir dere gibi köpürdükçe köpürmüş, yoluna çıkan her şeyi önüne katıp sel olup taşmıştı. 

Dumanı üstünde, mis gibi mahlepli açmaları fırından çıkarırken bunları düşünüyordu Sıtkı… Akşam evden sinirle kapıyı vurup çıkmış, soluğu dükkan da hamur tezgahının başında almıştı. 

Kırk beş yıldır Samatya meydanını iki yana ayıran çarşının, caddeye bakan tarafında esnaflık yapıyordu. İlk bakışta sıradan gözüken, önünden geçenlerin çok fazla dikkatini çekmeyen dükkan, eski dış yapısının aksine içeriye girenleri bambaşka bir dünyaya davet ediyordu. Duvarın üzerinde simetrik sıralanan çerçeveler pastaneye nostaljik bir hava katıyordu. Pastanenin ilk açılışında bulunup, sonradan müdavimi olan eski bürokratların, dönemin ünlü gazetecilerinin, Yeşilçam aktörlerinin, aktrislerinin fotoğrafları  şimdi eski bir anı olarak duvarları süslüyordu. Kışın içeriye koyulan, yazın dışarıya çıkarılan üç-beş masa, küçük mekânda samimi bir atmosfer oluşturuyordu.

Tabelayı ilk taktıkları günü dün gibi hatırlıyordu Sıtkı. Oldukça sade ve gösterişsiz bir tabela  yaptırmışlardı. Üzerinde büyük harflerle Bayram Pastanesi yazıyordu. Babası koymuştu adını. Her günleri bayram tadında geçsin diye ama öyle olmamıştı. Babası daha ölüm döşeğindeyken Kemal iş güce uğramaz olmuştu. Haftada bir el gibi gelip, hasılatın kendi payına düşenini  iki kelam etmeden alıp gitmeyi alışkanlık haline getirmişti. Kumar illeti bir sarmaşık gibi bedenini, zihnini sarmıştı Kemal’in. Ailesinden de giderek uzaklaşmış, yeğenlerine babalık yapma görevi Sıtkı’ya düşmüştü. Sıtkı yıllar içinde bütün aileye para yetiştirmekten büyük bir dar boğaza girmiş, Edibe’ye, çocuklarına, Kemal’in kumar borçlarına derken dükkanı döndürememeye başlamıştı. Her dakika, her saniye ay sonunu nasıl getireceğini düşünüp, yemeden içmeden kesilme noktasına gelmişti. En sonunda kendini bu dertten bir süreliğine kurtaracak bir fikir aklına gelmişti. Borç parayı Fevzi’den isteyecekti.

Yıllardır tanırdı Fevzi’yi, çocuklukları neredeyse beraber geçmişti. Babaları ölünce de aynı çarşı içinde esnaflık yapıp birbirlerine kol kanat germişlerdi. Fevzi akıllı adamdı, birikimlerini iyi yapmış küpünü iyi doldurmuştu. Çarşı içindeki bir çok dükkan onundu. Bugün işini bıraksa yedi sülalesini rahat ettirecek parası vardı. Bu düşüncelerle soluğu Fevzi’nin dükkanın da aldı. Önce konuya hemen giriş yapamadı Sıtkı. Havadan, sudan konular açtı, dudağının üstündeki üç beş tüyle oynayarak zaman kazanmaya çalıştı. Sonrasında bismillah deyip söyleyeceğini bir nefeste söyleyiverdi. Yüzüne oturan sıcaklık ve kulaklarındaki basınçtan ilk başta Fevzi’nin dediklerini duyamadı. Sesler kulaklarında yankılandı. Sıtkı ahraz oldum sandı. Sonrasında kelimeler dilinde yuvarlanıp teşekkür olarak ağzından çıktı. Sandalyeden kalkıp dışarı adım attığında uçan bir balon gibi havaya süzüleceğini düşündü. İçini öyle bir hafiflik duygusu kaplamıştı. Fevzi hiç acele etmemesini eli ne zaman rahatlarsa, parayı o zaman vermesini söylemişti. Dükkandan ayrılırken Sıtkı’nın kulağında hala Fevzi’nin  söylediği  “yabancı mıyız biz kardeşiz” sözü yankılanıyordu.

Sıtkı’nın parayı aldıktan sonra ki birkaç haftası büyük bir ferahlık içinde geçmişti. Midesinde yumru olmadan rahatça yemeğini yiyor, kafasında rakamlar ve hesap olmadan başını yumuşak yastığına rahatça bırakıyordu. Yegane sırdaşı sigarasını bile oldukça azaltmıştı. Göğsünün üzerinde oturan ağırlık yerini büyük bir rahatlığa bırakmıştı. Çalışanların birikmiş maaşları ödenmiş, yere bakan suratlar eski güler yüzlü hallerine geri döndürülmüştü. Parasız adam yurduna koymayan malzemeciler, bir günde Sıtkı’dan Sıtkı Usta’ya terfi ettirmişti adını. Edibe’nin hiç gülmeyen yüzü bile eli kolu dolu gelen kocasını gördükçe gülmeye başlamış, akşamları kapıda paşalar gibi karşılanır olmuştu. 

Bir ay sonra pastaneye Fevzi’nin geliş gidişleri giderek çoğalmış, zamansız vakitlerde uğramaya başlamıştı. Acı bir kahve içme bahanesiyle başlayan kısa gelişler sonrasında yerini uzun oturmalı muhabbetlere bırakır olmuştu. Yediklerinin, içtiklerinin parasını ödemeyi ilk başlarda teklif etmiş para alınmayınca bir daha sormaz olmuştu. Sıtkı yoksa garsonları bir patron edasıyla azarlıyor, gün sonunda çalışanlardan zorla kasa hasılatını öğrenmeye çalışıyordu. Giderek hadsizleşip Sıtkı Usta’ya işini öğretmeye kadar vardırmıştı bu  olayı.

Poğaçaların çok yağlı olup midesini yaktığına, pastaların kremasının çok şekerli olduğuna kadar bilirkişi kesilmişti Sıtkı Usta’nın  başına. Bazı günler elinde çizelgelerle gelip, ürünlere zam yaparsa ya da çalışanlardan bazılarını çıkarırsa borcunu da nasıl rahat bir şekilde ödeyebileceğini kurnazca  utanmadan anlatıyordu. Sıtkı bu durumdan çok sıkılmıştı ama borç para elini kolunu bağlamıştı. Sözünün senet olmasının da bir hükmü yoktu kimsede. Fevzi verdiği üç kuruşla adeta Sıtkı’yı ve dükkanını satın almıştı. Parası olduğu halde vermeyip kendini bu hallere düşüren Edibe’ye, analarına çekmiş hayırsız iki kızına ve en çok da kendine kızıyordu Sıtkı. Bu hallere düşecek insan değildi ama düşmüştü bir kere.

O gece yatakta tavandaki desenleri sayarken, Fevzi’nin parasını ne olursa olsun ertesi güne ödemeyi aklına koydu. Sabaha karşı Edibe’yi uyandırmamak için yavaşça kalktı sıcacık yatağından. Kapının arkasında asılı duran kıyafetlerini hızlıca üzerine geçirdi. Evin kapısını usulca çekip soluğu iki sokak ötedeki camide aldı. Komşusu Salih’i eliyle koymuş gibi şadırvanın başında, paçaları ve kolları kıvrılmış bir şekilde yakaladı. Ezanı beklemeden geceden beri zihninde  provasını yaptığı  konuşmayı bir çırpıda yapıverdi. Salih önce Sıtkı’nın endişeli ve bembeyaz yüzüne tebessümle baktı. Ezan okunmaya başladığında  Sıtkı’nın sırtını sıvazladı. “Ne zaman istersen öde sakın acele etme, komşuyuz şunun şurasında” sözleri havada yankılanırken Sıtkı Usta rahatlamış olarak sokağın köşesini dönüyordu.

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.