Değerli Aylak Dergi Okurları,
Herkesi bana ait olmayan bu köşeden, sanki ilk günden beri buradaymışçasına selamlıyorum. Köşenin geçtiğimiz sayıdaki samimi girizgâhından mı yoksa bu köşenin asıl sahibine imrenişimden midir bilmem; bir anda dalıverdim. Umarım dalışı karşılıksız kalmaz hislerimin…
Bu köşenin konuğu olduğum için açıkçası biraz gergin ama gerginliği gölgeleyecek kadar da mutluyum. Çünkü bazen dinlediğim bir şarkı sözü, izlediğim filmden bir kesit veya okuduğum kitapta altını çizdiğim bir cümle beni olduğum yerden uzaklaştırıp başka yerlere, içimde saklı kalmış İlaydalara veya başka duygulara alıp götürebiliyor. Yeni yerlerde başka insanlarla aynı hislerde buluşma düşüncesinin romantizmini de seviyorum. Ne yalan söyleyeyim romantizmden kopamayan bir seyirciyim ben de…
Neyse, bir önceki yazıda köşenin kıymetli sahibi gereksiz metaforlar ve uzun uzadıya anlatımlara boğmadan filme geçme konusunda rotasını çizmişti. Oradan devam edelim. Bu sayfalar bu kez “Fatih Akın’dan Duvara Karşı” filmine rezerve edilmiş durumda…
Film, yaşamak ve ölmek arasında kalan iki hayatın birbirine tutunarak bu araftan çıkma çabalarını konu alıyor özetle; sevmenin ve sevilmenin yaşamla olan bağını, ilmek ilmek dokuyor bu film…
Karısı öldükten sonra yaşamla bağları kopmuş olan Cahit son derece dağınık ve mutsuz hayatına son vermek ister. Başarısız bir intihar girişimi sonrası kendini akıl hastanesinde bulur. Sibel ile yolları bu hastanede kesişir ve Sibel, Cahit’i görür görmez ona evlenme teklifi eder. Tek amacı, aile evinden kurtulmaktır ve ihtiyacı olan, ona özgürlük biletini sunacak sahte hayat arkadaşıdır.
Eğer sahiden merhametli biriyseniz hayatınızın en dağınık ve mutsuz anında bile merhamet duygusunu susturmayı başaramazsınız. Cahit de evden kurtulmak için sürekli olarak intihar girişiminde bulunan Sibel’e bu bileti verir ve evlenirler. Sibel’in yaşamaya dair tutkusu, Cahit’in dağınık yaşamında yeni bir pencere açar. Cahit’in baktığı manzara değişir ve yaşamın tadını hatırlar.
Hem Sibel’in hem de Cahit’in bu hayatta bir yerlerde kök saldığı çok açık ancak bazen köklerimizin nerede olduğunu, onu nasıl sulayıp yeşerteceğimizi, bunun için ihtiyacımız olanın ne olduğunu unuturuz. Sonra unutkanlığımızı da unutmak için etrafımızı iyice dağıtırız, bulandırırız. Sanırım böyle anlarda bize doğru yolu gösterebilecek güç “sevgi” oluyor. Kim ne derse desin benim penceremde de sevmekten daha güçlü bir bağ yok.
Film boyunca, Cahit ve Sibel’in sahte evlilikle kurduğu düzenin için de siz de yeni şeyler keşfediyorsunuz. Onlarla hayattan vazgeçiyorsunuz, sonra hayattan ha deyince vazgeçilmediğini öğreniyorsunuz. Kısacası yerini yurdunu bilmeyen, ait olduğu yeri bulamayan iki insanın yavaş yavaş o aidiyet duygusuna nasıl sokulduğunu, sokulduğu yerde nasıl derin bir huzur bulduğunu görünce siz de kendi yerinizi aramaya başlıyorsunuz.
Gelelim benim seçtiğim o sahneye;
Sibel ve Cahit’in aynı evin içinde birbirine alışmaya başladıkça git gide sahtelikten arınırlar. Birbirleri için fedakârlık yapmaya, birbirlerini düşünmeye, birbirleriyle ilgilenmeye hatta birbirlerine gücenmeye başlarlar. İnsan sevdikçe üzülme potansiyeli kazanır sonuçta.
Önce kısaca seçtiğim sahneden bahsedeyim. Fonda, Sezen Aksu’dan “Yine mi çiçek” şarkısı eşliğinde Sibel’in önce evi için alışverişini izleriz, sonra evine gider annesinden öğrendiği gibi biber dolması yapmaya başlar. Bu esnada Cahit de evindedir. Hatta mutfağında biber dolması yapan Sibel’i izlemektedir. Sonra tıpkı şarkının eşlik ettiği gibi kirli beyaz muşamba örtüyü masaya serip birlikte akşam yemeği yerler. Gayet sıradan basit gibi görünen bir akşam vakti… Alışveriş, hazırlık ve yemek… Tek bir cümle ile özetleyeyim. Bu sahne benim yüreğimi ısıttı.
Bu sahnede ilk kez en gerçek haliyle Cahit ve Sibel’in evi bir yuvaya dönüştü. Birbirine olan o kısacık bakışları derin bir şefkate, dağınık ve mutsuz hayatları derli toplu bir huzura dönüştü. Hani demiştim de yaşamanın tadı, işte Sibel sanki o akşam yemeğini hazırlarken parmaklarının ucundan Cahit’in yüreğine akıttı bu tadı. Bir seyirci olarak en keyif aldığım şey, bu kadar basit ama aynı ölçüde bu kadar derin sahneler izlemek. Bu sahneyi izledikten sonra, bilgisayarımın kapağını kapatıp bir kahve içmek istedim, pencereden dışarı bakıp gerçekten kahvenin tadını ala ala düşünmek ve bir de sevdiğim insanları arayıp onlara “seni seviyorum” demek istedim. Çünkü izlediğim sahnede böyle bir replik yoktu ama ben bu sözcükleri seyirci olarak duydum.
Bağlanmaya, iyileşmeye, sevginin iyileştiriciliğine fakat sevginin de diğer tüm duygular gibi gerçekçiliğine, mutlu sonların değil gerçeklerin içinde gizlendiğine inanmak için izlenir bu film. Sevmeyi tanımak ama hayalperestlikten uzaklaştırmak için de izlenir. Basit ve olabildiğince sıradan izlenir; derin düşündürür.
Ha bir de; usul bozulmasın. Seçtiğim sahneye bir isim de koydum: Tabii ki, “Yaşamanın Tadı”.
Alpaslan Ayaz: Biliyorum, yazıyı okuduktan sonra beni hiç aramadınız. Ben mi bir şeyleri kötü yapıyorum yoksa İlayda mı çok iyi hala anlamadım. Genel yayın yönetmenliğini İlayda üstlendi, onu benden daha iyi yapıyor, “köşeme konuk olur musun?” dedim, onu da daha iyi yazmış. Ben İlayda yazamaz diye uzunca bir yazı hazırlamıştım, şimdilik boşa düştü. Bu kadar güzel anlatımı bozmak istemiyorum ama yine de İlayda’nın seçtiği sahne ile ilgili birkaç şey söylemeden yapamayacağım.
Sibel’in dolma yaptığı sahne gerçekten çok tatlıydı. SineGastro da bu sahneyi özgün tarzıyla anlatmış. Ben sahneyi tekrar izlediğimde bu köşenin ilk yazısı geldi. Sararmış Yapraklar’ın linkini şuraya bırakıyorum. Burada takıldığım 2 kişilik evde koca tencere dolma sarmana gerek var mıydı Sibel? Tartışma olmasaydı yine çöpe gidecekti o kadar dolma. İsraf Sibelcim, dikkat edelim böyle şeylere, lütfen. İki romantik bakış için zayi ettin yemeği. Neyse sahneme geçiyorum.
Seçtiğim o sahneye “Kan revan aşk” adını verdim.
Cahit’i Şeref ile aynı mekânda görürüz. Cahit, Sibel’e âşık olmuştur. Masalara vurarak aşkını haykırır. Allah rahmet eylesin Birol’un ve Güven Kıraç’ın oyunculuğu konuşmamıza gerek duymuyorum, efsaneler. Cahit masadaki bardakları “asik oldim, aşik” diye haykırarak kırınca elleri kan içinde kalıyor. Şeref’in “yapma oğlum, yapma, aptallık yapma” diyip Cahit’in yanağına tokat, yüzüne ise sağlam bir küfür patlatıyor. Sonrasında Şeref, “Aşk ne demek sen biliyor musun? Aşk lunaparktaki tahta ata benzer. Üzerinde bir ileri bir geri böyle gidiyormuşsun gibi bir his. Sanki bir yere gidiyorsun ayağını yerden kesiyor, bir coşku. Bir yere gittiğin yok.” Diye aşkın tanımını yapıyor. Cahit’in hiçbir şey umurunda değildir artık. Kanlı elleriyle kalabalığın arasında -çalan müzikten bağımsız- dans etmeye başlar. Halayın ortasında misket oynamak kadar alakasız bir dans.
Bu sahneyi seçme sebebim de bu aslında. Aşk “tahta atın üstünde gitmek” olabilir belki ama en çok “kan revan içinde sevdiğinizi düşünüp hunharca dans ettirmektir” bence.
Birkaç sahne sonra da Sibel’i lunaparkta atlı karınca önünde de görüyoruz. Onu ayrıca anlatmak istemedim sadece fotoğrafını buraya bıraktım. Bir de sizinle “Fatih Akın Sinemasında Havalimanı” incelemesi yapalım. Şimdilik gidiyorum. @oosahne ‘deki paylaşımlarımız son hızıyla devam ediyor. Seçtiğiniz sahneleri oradan gönderebilirsiniz. Sizi çok seviyorum, Aylak ile kalın.