AYNA
Elinde çantasıyla şu kapıdan girdiği andan itibaren gideceğini biliyordum. Adım atarken yere sert inen topuğunun çıkardığı sesten, sanki çok kötü bir koku almış gibi ekşiyen yüzünden, dik duruşunun arkasına sakladığı soğukluktan bildim ama en çok da yanımdan geçerken bana attığı kaçamak bakıştan.
Buraya çok uzaktan geldik. Hiç bitmeyecek sandığımız bir tren yolculuğuydu. Ben cam tarafındaydım. Pencerenin boşluğundan sızan soğuk havayla donacağımı, ufacık bir dokunuşla parçalara ayrılacağımı sandım. Onur, kat kat giyindiği için soğuğu hiç hissetmiyordu. Elinde kalınca bir kitap vardı. Hep hacimli kitaplar okurdu. Her sayfa çevirişinde sanki küçülür küçülür bir süre sonra kitabın içine girer kaybolurdu. İkimizin arasında gazeteler vardı. Bulmaca çözmeyi pek sever, kalemin arkasını çenesine vura vura ve hatta arada saçlarının arasında dolandıra dolandıra harfleri sıralardı.
İkimizin tanışıp ev arkadaşı olmamız da biraz enteresandı. Tam yedi yıl süren birlikteliğim her yıl için ben de oluşan bir kırıkla bitmişti. Öylesine, içim bomboş, umursamazca durduğum bir ağaç gölgesinde yanıma oturuvermişti. Hemen kaynaştık. Onur’un mizacına ters bir durum gibiydi ama çok çabuk kapılan biri olduğunu da zamanla öğrendim. Bu uzak ilçeye yeni atanmış bir öğretmendi. Beraber evine gittik. Boş bir oda benim oldu. Sonra sanki beni unuttu. Ben de sessizdim. Ayrılık, sessizliği gözyaşı kadar sever bence. Bir gün beni hatırlayıverdi. İlk defa görüşüyormuşuz gibi sardı sarmaladı, bana bakıp bakıp gülümsedi. Aslında kendi sarılıp sarmalanınca, kucaklanınca içi dolup taşanlardanmış. Esmer, minyon tipli bir Türkçe öğretmeniydi onu saran. Elinde kendinden büyük kitaplar ile gelir, çay demlerler, kitaplardan konuşurlar, şiirler okurlardı. Konunun bu kadar sınırlı olmasının çok sıkıcı olduğunu düşünürdüm. Edebiyat konuşmuyorlarsa susarlardı. Birbirlerinin sevdikleri renkleri bile sormazlardı. “Bu tutku,” demişti Onur telefonla konuştuğu arkadaşına. “Biz edebiyata tutkunuz, yetiyor.” Yetmeyeceği çok belliydi. Hele ki edebiyatsa konu, kişi her şeyden beslenmeliydi. Ağacın rüzgârla şarkı söylemesini anlatan şiirlere bayılıyorlar, kendileri hiçbir ağaçtan bahsetmiyorlardı. Değişen mevsimleri fark etmiyorlardı. Çevreleri görülmeyi bekleyen sahneler, dinlenmeyi umut eden hikâyelerle doluydu. Bunlar kafalarını kitaplara gömmüşlerdi. Kendi hikâyelerini başkası yazıyor gibiydi. Yıl olmadan son kelimelerini yazıp noktayı koydular. Tayin yılı gelmişti, sessizce başkente yola çıktık.
Hiç tereddütsüz benim de kendisiyle gideceğimi vurgulayınca çok şaşırmıştım. Hayatında böyle bir yerim olduğunu bilmiyordum. İlçeden ayrılırken yanında giysileri, kitapları ve ben vardım. Korkmuyor değildim. Bildiğim bir coğrafyadan ilk defa ayrılıyordum. Buranın insanlarını tanıyor, evde geçen her sohbeti, hangi dilde olursa olsun anlıyordum. Şimdi ise hiç bilmediğim bir karasallığa doğru yol alıyordum. İçimi tek aydınlatan Onur’un varlığıydı.
Mizacına ters düşüp benimle hemen kaynaştığını söylemiştim, çünkü oldukça sessiz biriydi. Sohbeti ilk başlatan olmazdı. Çok gülmez, devamlı düşünüyor gibi ciddi bir yüz ifadesiyle gezinirdi. Sanki eli kolu iplerle bağlı ve o ipler bir başkasının elindeydi. O bir başkası da ipleri sıklıkla hareket ettirmiyordu. İçindeki acı, çok derinlerde gibi görünse de her fırsatta yüzüne sızıyordu. Otuzlu yaşlarının sonundaydı. Saçları tepede seyrelmişti. Hafif bir göbeği vardı. Hep aynı tarz giyinirdi. Ceket severdi. Gömlek, kazak, tişört ne giyerse giysin ceketini üstüne geçirirdi. Parmakları çok güzeldi. Uzun ve inceydi, her enstrümanı çalmaya uygundu. Ama o sadece içli türküler dinlerdi. Birkaç kadeh içtiği bir akşam bir türküye eşlik etmişti. Sonra cüzdanından bir fotoğraf çıkarmıştı. Gelin çok güzel gülüyordu.
Ankara’da uzun süre evde biz bizeydik. Sonra Onur’un yüzüne bir gülümseme yerleşti. Bir umut geldi gönlüne kondu. Radyonun kanalı değişti. Bazı sabahlar eğlenceli bir şarkı mırıldanıyordu. Telefonu elinden düşmüyordu. Baş parmağı ile işaret parmağı büyük bir coşkuyla buluşuyor, birbirlerinden uzaklaşırken ekranda güzel bir kadın büyüdükçe büyüyordu. Daha tanışmadan önce Onur kafasında bir buluşma, bir sevişme, bir aşk yaşadı. Hayali kusursuza yakındı. Gerçeği anlaması bu yüzden çok uzun sürdü.
Yanımdan geçerken kadının attığı kaçamak bakışta, devrilen gözde, düzeltilen saçta kendine hayranlığı vardı ve herkes ona hayran olmalıydı. Tüm sevimliliği, cilveli hareketleri, sohbete kattığı hoşluklar Onur hayali gerçek sanana kadardı. Kadın sevildiğini anladığı an, “Beni şımartmıyorsun, sıkılıyorum,” cümleciklerini sıralamaya başladı ve attığı bir mesajla veda etti. İlk defa o zaman beni kırdı Onur. Mesajı okudu, boş boş duvara baktı, tekrar okudu ve telefonu fırlattı. Amacı duvara atmaktı ama ben de duvardaydım. Sol üst köşeme denk geldi. Bir çıt sesi ile aynam çatladı, çerçevem hasar aldı. Ne kırılan telefona ne de bana dönüp baktı. Oysaki bakabilseydi göreceği kendiydi. Öyle göz ucuyla, kaçamak değil, saçını düzeltmek, çıkan sivilceyi kanatmak için de değil, içinden sızan sözleri duymak, gözbebeklerine bakmak için karşımda dursaydı, tüm korkuları, olmazları yansıtacaktım. Onur ise çökmüş omuzları, allak bullak yüzü, yağmaya hazır gözleriyle koltukta oturuyordu. Neyse ki çatlak görüşümü engellemiyordu. Öylece saatlerce durdu. Sesini kendine de yasakladı.
Ben çok ev, çok duvar değiştirdim. Çok kere kırıldım. Sonrasında hep daha sağlam, daha parlak, çerçevem daha güzel yapıldı. Onur için de bu hep böyle. Tamamen kırılmaya ihtiyacı var. İçinin sesini ortaya dökebilse, döktüklerini toplarken her şey netleşecek. Kendi anlattıklarını duymalı. Sonra da ilişkide kaybetme korkusuyla sessiz kaldığı anların hortladığını görmeli ama susuyor. Ah! Bir söyleyebilsem.
“İnsan söyledikleriyle değil, sustuklarıyla yitirir sevdiğini, kaybeder kendini.”